Sayfalar

2 Aralık 2011 Cuma

MUHARREM SOHBETLERI



MUHARREM SOHBETLERI




(Birinci gün)
MUHARREM ERKÂNI NEDİR?
Murarrem Erkânı: Muharrem’in birinci gününden itibaren on iki gün oruç tutulur ve her günün sonunda cem evlerinde bir araya gelinir, oruç açıldıktan sonra Kerbelâ ile ilgili kitaplar okunur, sohbetler yapılır, mersiyeler söylenir. On üçüncü günü kurban kesilerek, Muharrem erkânı yapılır. Bunun gerekçesi de şöyledir:
Kevser Suresinde Hz. Peygamberimiz’in soyunun Kevser’den, yani Hz. Fatıma ile Hz. Ali’den geleceği müjdesi veriliyor. Bundan dolayı da Hz. Peygamber’e, “şükret, ibadet et ve kurban kes” deniyor. Biliyoruz ki Kerbelâ’da sadece Zeynel Abidin sağ kaldı ve Ehl-i Beyt soyunun günümüze kadar gelmesini sağladı.
İşte Muharrem orucu sonunda kesilen kurban, Zeynel Abidin sağ kaldığı ve Ehl-i Beyt soyu günümüze dek devam ettiği için kesilen şükranlık kurbanıdır. Muharemin on üçüncü günü bir araya gelinir ve o gece tutulan oruçların, kesilen kurbanların kabulü için Allah’a dua ve niyazda bulunulur.

MUHARREM ORUCU’NUN ASLI NEDİR?
Kur’an’da; “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz” deniyor.(Bakara, 183)


Yine Kur’an’da: “Şu sayılı günlerde olmak üzere oruç size farz kılındı. Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar diğer günlerde tutar” deniyor. (Bakara, 184)
Görüldüğü gibi Bakara Suresi 183. ayette sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi demekle, Hazreti Muhammed öncesi peygamberleri ve onların ümmetlerini kast ediyor. Yine Bakara Suresi 184. ayette de sayılı günlerden bahsediyor. Sayılı günler, Muharrem ayı içerisinde oruç tutulması gereken günlerdir, yani Muharrem’in birinden itibaren 12 gündür. İsteyenler, Muharrem’in birinden önce Müslim Akiyl ve iki oğlu için üç gün oruç tutarlar. Bu üç günlük oruca “masumlar” deniyor.
Şu Kur’an ayetinde ise: “Sizden önce gönderdiğimiz resullerimize uygulanan yasa da buydu. Sen bizim yol ve yasamızda değişme bulamazsın” deniyor. (İsra Suresi, 77)
Bakara Suresi 183. ayette, “Sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındı dediği” üzere bütün peygamberler ve ümmetleri bu orucu tutmuştur.
Peygamberler için kurtuluş veya müjde günü sayılan on Muharrem günü, Hz. Peygamber’in torunu Hz. İmam Hüseyin ve yakınlarının ümmeti Emevi batağından kurtardığı ve hakikatleri açığa çıkarıp şehadete yürüdüğü aydır. Bundan dolayıdır ki Alevi-Bektaşi inancına mensup kimseler de peygamberlerin uyguladıkları bu on günlük oruca, İmam Hüseyin ve yakınları için iki gün ilave ederek, 12 gün oruç tutarlar. Görüldüğü gibi Muharrem orucu tamamen Kur’an’a dayanır. Bu oruç, aslında tüm İslâm âlemi için farz kılınmıştır.

MUHARREM ORUCU KAÇ GÜNDÜR VE NASIL TUTULMALIDIR?
Muharrem orucu olarak, on gün peygamberlerin tuttuğu oruç tutulur ve buna iki gün de Kerbelâ şehitleri için ilave edilir. İsteyenler, Müslim bin akil ve oğulları için de üç gün oruç tutmaktadır.
Aslında bu oruç bir nevi yastır. Muharrem ayı, yüreği Ehl-i Beyt sevgisiyle yanan her Müslüman için bir matem günüdür. Bu günler, gönlü Ehl-i Beyt sevgisiyle dolu her Müslüman’ın mahzun olduğu ve matemlerinin tazelendiği günlerdir. Çünkü bugünler Hazreti Muhammed’in öperek, severek, koklayarak omuzunda gezdirdiği, sevgili torunu, Hazreti İmam Hüseyin’in “Kerbelâ” denilen yerde, iktidar hırsıyla içi kararmış olan Muaviye’nin oğlu Yezid tarafından aile efradı ve yakın dostlarıyla birlikte şehit edildiği günlerdir.
Yukarıda söylendiği üzere, on iki gün tutulur. Oruca niyet edilir, gün içerisinde hiçbir şey yenmez, su ve sıvı içecekler içilmez. Gün battıktan sonra oruç açılır. Büyük küçük tüm aile fertleri beraber olmalıdır, böylece çocuklarımızın da tutulan bu oruç hakkında bilgilenmesi sağlanmış olur. Muharrem orucu, aynı zamanda matemdir, Aleviler bu günlerde ağaç kesmezler, kesici aletler kullanılmaz, kurban kesilmez, kan akıtılmaz, et yenmez, mümkün olduğunca sebze yemekleri tercih edilir. Düğün-dernek yapılmaz.

ORUÇ NEDİR VE ORUÇ DEYİNCE NEYİ ANLIYORUZ?
Oruç, sadece aç kalmak değildir. Oruç, tüm bedenin oruçlu olma halidir. Oruçlu olan kimse, eliyle, diliyle, beliyle kısacası, tüm azaları ile oruçlu olmalıdır. Oruç aynı zamanda nefsin ıslah edilmesi için yapılan bir ibadettir. Oruç, Allah rızası için tutulmalıdır. Oruç deyince hemen aklımıza hiçbir şey yememek ve aç durmak gelir. Aslında oruç bu değildir, oruç tüm azaların orucudur. Yani beden orucudur, bunu şöyle sıralayabilirız:
Elin orucu; oruçlu olan bir kimse, hiçbir vesile ile harama el uzatmamalıdır.
Dilin orucu; oruçlu olan kimse hiçbir vesile ile yalan, küfür, dedikodu ve gıybette bulunmamalıdır.
Belin orucu; oruçlu olan bir kimse, zinadan ve şehvetten uzak durmalıdır.
Gözün orucu; oruçlu olan bir kimse, hiçbir şeye kötü gözle bakmamalıdır. Gafletten uzak durmalıdır.
Kulağın orucu; oruçlu olan bir kimse, tüm kötü fiillere kulağını kapamalı, yasaklanmış olan şeyleri duymamalıdır.
Nefsin orucu; oruçlu olan kimse, tüm nefsanî duygulardan uzak durmalıdır, şehvetten kendisini korumalıdır.
Kalbin orucu; oruçlu olan kimse, her an Allah’la beraber olduğunu bilmeli, hiçbir vesile ile Allah’tan uzak olmamalıdır, bir an için tefekkürden uzak kalmamalı ve vermiş olduğu nimetlerden ötürü, Allah’a şükretmelidir.
İradenin orucu; Cenabı Allah, ahseni takvim üzere, yani en mükemmel olarak yarattığı insana, diğer varlıklardan fazla olarak “irade sıfatı” vermiştir. Oruç tutabilen bir kimse, iradesine hâkim kimsedir. Nefsimiz bizden pek çok şey isteyebilir. Eğer biz, nefsimizin her istediğini ona verecek olursak, onun tutsağı oluruz. O vakit irademiz elimizden gitmiş, onun tutsağı sayılırız. Ama acıktığı zaman yemek, susadığı zaman su vermezsek, herhangi bir kötülüğe sebep olabilecek fiili yerine getirmezsek, o vakit biz irade sahibi sayılırız ki, bu da bizi kemalata ulaştırır.
Ruhun orucu; Cenabı Allah’ın kendi öz cevherinden ve tertemiz olarak bize verdiği ruhumuzu, manevi duygularla beslemeliyiz. tüm ibadet ve taatlerimiz ruhun gıdasıdır.
Muharrem ve Hızır gibi diğer sayılı günlerde tutulan orucun manası üzerine bu değerleri hayatımızın her anına uygulamalıyız Örneğin bir kimse, ikrar verip musahip olur, muntazam olarak Hakk, Muhammed, Ali yoluna devam ederse, her sene görgüden geçip üzerinde kul hakkı bulundurmazsa, hayat boyu oruçlu sayılır. O Allah’tan, Allah da o kulundan razı olur.

KERBELA OLAYI HER YIL ON GÜN ÖNE GELİYOR NEDEN?
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Eski Kameri aylar; Muharrem, Sefer, Rebiyülevvel, Rebiyülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce’dir. Bu on iki ayın toplam gün sayısı, 355’tir. Oysaki güneşin ilkbahar ılım noktasından iki geçişi arasındaki zaman birimi olan gerçek yıl 365 gün, 5 saat, 48 dakika, 46 saniyedir. Demek ki miladi takvim ile kameri takvim arasındaki fark, 10 gündür. Dolayısıyla Arabî aylar ve Muharrem ayı her yıl 10 günlük bir kaymayla, yaklaşık 36 yılda bir dönüşünü tamamlar ve aynı yere gelir.
Cumhuriyete kadar ülkemizde kullanılan takvim, Arabî (Kamerî) takvimdir. Bütün dünya gerçek yıla en yakın takvim sayılan “Gregoriyen” takvimine geçmiştir. Bu takvime göre her 3 yıldan sonra gelen Şubat ayı, 28 yerine 29 gün kabul edilerek, gerçek yıldaki 5 saat 48 dakika, 46 saniyelik küsuratı tamamlamaya çalışılır.

HARAM AYLAR:
Kur’an’da Haram aylarla ilgili ayeti inceleyelim: “Sana haram ayı, yani onda savaşmayı sorarlar. De ki: O ayda savaşmak büyük günahtır. İnsanları Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük bir günahtır.” (Bakara, 217)
Arap Yarımadası’nın her yerinde özellikle Hicaz’da çok eskiden beri yılın dört ayı haram (yasak) sayılır ve bu aylarda savaş yapılmaz, kan dökülmezdi. Bu aylar, yılın son iki ayı ile gelecek yılın ilk ayıdır, yani Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Ve bir de yılın yedinci ayı olan Recep ayıdır. Recep ayı ortada ve tek ay sayıldığından buna, Recep’ül-feda, yani yalnız Recep denirdi. Bu aylarda oymaklar arasında savaşlara ve çatışmalara son verilir, halk her yerden Kâbe’yi ziyaret için Mekke’ye gelir ve panayırlarda alışveriş ederlerdi. Ayrıca bugünlerde aralarındaki anlaşmazlıkları, hakem kurulu katında uzlaşmaya çalışırlardı. Yukarıda verdiğim Kur’an ayetinden de anlaşılacağı gibi, bu aylara saygı dışı davranışlar en büyük günah sayılırdı.
Hz. Muhammed döneminde de Araplar, istedikleri zaman savaşabilmek ve avlanabilmek için bir yıl “muharrem” ayını haram saymışlar, bir yıl da muharremden sonra gelen “sefer” ayını haramsaymaya başlamışlardı. Bu hileye başvuran Araplar, böylece savaş yapılması yasak olan bu ayı, başka bir ay sayarak savaşa giriyorlardı. İşte bu kasıtlı ve hileli yöntem, Hicretin 8. yılında şu ayetle kaldırıldı:“Haram ayları ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helal kılmak için “haram ayını”, bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Böylece onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah. Kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez”(Tövbe, 37)
Bu durum böyle bilinirken şimdi birileri kalkıp Muharrem ayı içerisinde olan bir olayı, mart ayı içerisinde ve sabit bir günde uygulamaya koymağa çalışıyor. Nitekim Hz. Muhammed ve Hz. Ali devrinde de Muharrem ayı, yıl içinde dönmüştür. Kerbelâ olayından sonra İmam Zeynel Abidin ve ondan sonra gelen imamlar ve onun soyundan gelen Hacı Bektaş Veli döneminde de Muharrem ayı yıl içinde dönmüştür.
26 Kasım 2011
1 Muharrem 1433

Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(İkinci gün)
İSLAMİYET’TEKİ AYRILIKLAR
Hz. Muhammed Efendimizin, bu âlemden Hakk’a yürümesinden hemen sonra ilk ayrılıklar başlamıştır. Bunun en önemli sebebi, Hz. Peygamberimiz, kendisinden sonra Hz. Ali’yi yerine veli ve vasi tayin ettiği halde Hz. Peygamber’in naaşı henüz yerde iken Ebu Bekir’in halife seçilmiş olmasıdır.
Hz. Muhammed Efendimiz, hac ve umre ziyaretlerini yapmak üzere Hicret’in onuncu yılında tüm sahabeleri ile birlikte, Medine’den Mekke’ye gitmişti. Hac dönüşünde, (buna Haccü’l- Veda da denir), “Gadir-Hum” denilen mahale gelindiğinde, Cebrail-i Emin tarafından şu Kur’an ayeti gelmişti. Mealen: “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez” (Maide 67) deniyordu.
Hazret-i Peygamber Efendimiz, bu ayetin gelişinden, ahirete intikal edeceğini farketmiş ve ömrünün sonuna yaklaştığını anlamıştı. Bunun üzerine Allah’ın Resulü, kafilede bulunan binlerce sahabeyi ağaçlık bir yerde topladı ve deve semerlerinden bir minber yaptırarak üzerine çıkıp ellerini havaya kaldırdı. “Bugün burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler: Acıyan, bağışlayan ve her şeyi bilen Cenab-ı Allah bildirdi ki, katına davet edildim, yakında davetine icabet edeceğim, ebedi yurda döneceğim” buyurdular.
Sözlerine devam ederek: “Ey insanlar! Bugün benden öğrenmek istediğiniz ne varsa fırsat kaybolmadan öğrenmeye çalışın, çünkü ayrılık vakti yaklaşmıştır. Yarın kıyamet gününde Muhammed risalet görevini yaptımı diye sorulduğunda, orada verilecek cevabınız ne olacaktır?” diye sordu.
O vakit bütün sahabe, hep bir ağızdan: “Ya Resulallah! Peygamberlik görevinizi, lâyıkıyla yerine getirdiniz, biz sizden öğütler dinledik. Buna şahitlik ederiz” dediler. Hz. Muhammed, ayı ikiye ayıran parmağını göğe doğru kaldırıp: “Ya Rabbi! Sen şahit ol!” dedi ve sözlerine şöyle devam etti: “Yarın ahiret gününde Kevser havuzu kıyısında bana ulaşacaksınız. Bu havuzun başına sizden önce varacağım. Siz gelince de size bıraktığım iki paha biçilmez emanete ne yaptınız diye soracağım, bu iki emanetim şunlardır: Birincisi Allah’ın gökten yere uzatmış olduğu ipi Kur’an-ı Azim-i şan, diğeri ise, benim Ehl-i Beytim’dir. Bu iki emanetim, sizi havuzun başında bana ulaştıracaktır, Bu iki emanetime sıkı sıkı sarılırsanız, dalâlete düşmezsiniz, ebedi olarak doğru yolda olursunuz” buyurdular.
Bunları söyledikten sonra Allah Resulü, şu Kur’an ayetini okudu: “Ey iman sahipleri! Allah’a itaat edin. Resule ve sizin içinizden olan iş ve yönetim sahiplerine de itaat edin. Sonra bir şeyde tartışmaya girdiniz mi, eğer Allah’a ve âhret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resule arz edin. Böyle yapmanız hem hayırlı hem de sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa 59)
Bu ayetin okunmasından sonra bazı sahabeler, “Biz hangi iş ve yönetim sahibine, yani kime itaat edeceğiz” diye sordular. O vakit Peygamber Efendimiz yanında duran Hz. Ali’nin elini tutup kolunun altındaki beyazlık görününceye kadar havaya kaldırdı ve şunları söyledi: “Ali’nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız” dedi. Sonra şöyle devam etti: “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.” (Buradaki Mevla sözü, o yüce yaratan olmayıp, yönetici anlamındadır.) Daha sonra da Hz. Peygamber’imiz: “Allah’ım Ali’yi seveni sen de sev, ona düşman olana sen de düşman ol, ona yardım edene sen de yardım et, onu hor göreni sen de hor gör. O nereye yönelirse Hakk’ı onunla beraber kıl” diyerek uzunca bir dua etti. Bunları duyan Hattab’ın oğlu Ömer Hz. Ali’ye gelerek: “Kutlu olsun sana ey Ebu Talib’in oğlu, sen benim ve tüm müminlerin mevlâsı oldun” diyerek Hz. Ali’yi kutladı. Bunun ardından orada hazır bulunan tüm sahabeler, teker teker gelip Hz. Ali’yi kutladılar.
Bu kutlamanın ardından hazır bulunan sahabeler: “Ya Resulallah! Biz senden razı olduk, ileride dalâlete düşmememiz için nasıl hareket etmeliyiz?” diye sordular. O vakit Hz. Muhammed: “Kul lâ eselüküm aleyhi ecren illel meveddete fil kurba” (Şûra 23) ayetini okudu. Mealen: “Size yapmış olduğum tebliğim için her hangi bir ücret istemem, ancak akrabam için bana meveddet ediniz, yani benim Ehl-i Beyti’mi samimiyetle seviniz ve muhabbet ediniz” buyurdular. Bu açıklamanın ardından da Hazret-i Peygamber’imiz: “Misli Ehl-i Beyti kemsel sefineten Nuh men rakâb fiha necaten ve men tahlef minha” buyurmuşlardır. Mealen: “Benim Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisine benzer, kim bu gemiye binerse kurtuluşa erer. Kim bu gemiye binemezse, dalâlette kalır” buyurdular. Sonra da Hz. Ali ile ilgili şu aşağıdaki hadisleri söylediler:
HAZRET-İ ALİ İLE İLGİLİ HADİSLER
 Arap kavminin ve tüm müminlerin seyidi Ali’dir.
 Sırrımın sahibi, Ali ibni Ebu Talip’tir.
 Ben kimin efendisi isem, Ali de onun efendisidir.
 Ali, bedenimde baş gibidir.
 Tahkik, Ali benden sonra velinizdir.
 Ya Ali! Sen bana Musa’nın Harun’u gibisin.
 Ben korkutucu, Ali hidayete vesile olucudur.
 Ben ve Ali, Allah’ın kulları üzerine, Allah’ın hüccetiyiz.
 Ben ilmin şehri, Ali de kapısıdır. İlmi arzu eden kapıya gelsin.
 Benden sonra ümmetimin en âlimi, Ali bin Ebi Talip’tir.
 Halk içinde Ali, Kur’an içinde “Kul hüvallâhü Süresi” gibidir.
Bunların dışında daha pek çok hadis mevcuttur. Bunlar, örnek olarak seçilmişlerdir.

HAZRETİ MUHAMMED’İN YAZDIRAMADIĞI VASİYET
Allah Resulü Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Gadir Hum’dan yetmiş gün sonra hastalanmıştı. Hastalığı günden güne şiddetlendi. Etrafında Ehl-i Beyt’i, yakınları ve sahabeleri toplanmışlar, Müslümanlar büyük bir acı ile karşı karşıya kalmışlardı. Hz. Muhammed Efendimiz, “Bana bir kâğıt, bir kalem getirin size bir vasiyet bırakayım, ta ki benden sonra dalâlete düşmeyesiniz” buyurdular. Allah’ın Resulü’nün hayatının sonunda yazmak istediği bu vasiyetin yazılmasına, orada hazır bulunan Hattab’ın oğlu Ömer, “Peygamber sayıklıyor” diyerek engel oldu. Şurası çok iyi bilinmelidir ki âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın Resulü, kendi aklı ile değil, şuhudları ile hareket ederlerdi. Çünkü “Levh-i Mahfuz” O’nun kitabı, “kalem-i â’la” ise yol göstericisi idi.
Bu hususu Kur’an’da da görüyoruz. Kur’an’da: “(Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı; O, arzusuna göre de konuşmaz. O’nun bildirdikleri, vahiy edilenden başkası değildir.” (Necm, 1-2-3-4) denilmektedir. Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Ömer’in müdahalesi yersiz idi. Çünkü Hz. Muhammed, Tanrı’nın izni olmaksızın tek söz etmemiştir.
Bu olanlardan kısa bir zaman sonra da Yüce Allah’ın Resulü, bu fani dünyadan Hakk’a yürüdü. Medine halkını ve tüm İslam âlemini karanlık ve hüzün bulutları sarmıştı. Bir yandan madde güneşi doğarken diğer yandan da bu âlemleri aydınlatan manevi güneş kaybolmuştu.
Hz. Ali başta olmak üzere Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’i, yakınları ve özel sahabeleri, Hz. Muhammed’in naaşını yıkamak, cenaze hizmetini yapmak ile meşguldüler. Diğer bir tarafta da daha Hz. Peygamber’in na’şı yerde iken, yerine halife seçmek isteyenler, “Sakife-yi Beni Saide” denilen yerde toplanmışlar, Ebu Bekir’i halife seçmekle meşguldüler. Bu nasıl bir Müslümanlıktır ki henüz Peygamber’in cenaze hizmeti bile yapılmamışken naaşı yerde iken böyle bir hareketi kendilerine uygun görmüşlerdi.
İşte, böyle oldubittiye getirilerek adil olmayan bir seçimle Ebu Bekir halife seçilmiştir. Çünkü Cenabı Allah’ın övmüş olduğu ve “âlemlere rahmet olarak gönderdim” dediği Resulü’nün, “Ehl-i Beyt’im” dediği kimselerin hazır bulunmadığı bir seçim, gayri adil sayılırdı.
Hz. Muhammed’in vefatından müteessir olmadan, Gadir-Hum biatını ve velayet ayetini (Nisa, 59) hiçe sayıp Hz. Muhammed’in hiçbir vasiyette bulunmadığını iddia ederek hatta Peygamber’in vefatını bile fırsat bilip böyle bir seçime başvurmuşlardı. Bilindiği gibi, birinci halife Ebu Bekir, vefatından önce yerine Hattab’ın oğlu Ömer’i tavsiye etti ve vasiyet üzerine ikinci halife olarak Ömer seçildi. İkinci halife Ömer de vefatından önce altı kişilik bir şûra atadı ve Hz. Ali’nin ismini en sona yazdı. Seçilen şûra ise üçüncü halife olarak Osman’ı seçti. Eğer halife Osman’nın ölümü ani olmasaydı, vasiyet edecek zamanı olsaydı, muhakkak ki o da halife olarak Muaviye’yi tavsiye edecekti. Bu nasıl bir adalettir?
Yukarıda da söylediğim gibi Hz. Ali, Hz. Peygamber’in gerçek vasisi ve varisidir. Ancak Hz. Ali, İslam dininin parçalanmaması ve zarar görmemesi için yapılan tüm haksızlıklara sabır göstermiştir. Halife Osman’ın öldürülmesinden sonra Müslümanlar, Hz. Ali‘nin etrafında toplandılar ve kendisine biat ettiler. Böylece Hz. Ali, halifeler arasında Allah ve Peygamber’in emirlerine uygun ve Müslümanların desteği ile seçilen tek halifedir.
Hz. Ali’nin hilafeti 4 yıl, 3 ay sürdü. Hz. Ali’nin bu 4 yıllık hilafeti döneminde, kendine biat etmeyen Muaviye, bu sefer de halife Osman’ın ölümünde Hz. Ali’yi suçlayarak, kan davası peşine düştü. Hz. Ali’ye muhalefet edenler yalnızca Emeviler değildi. Ebu Bekir’in kızı Ayşe de Hz. Ali’ye karşı bulunanlardan idi.

CEMEL SAVAŞI
Hz. Ali halife seçilince Yemen, Basra, Küfe, Mısır ve Şam bölgelerine yeni valiler atadı. Ancak bunların çoğu, bölge halkı tarafından iyi karşılanmadılar. Talha, Kûfe valiliğini, Zübeyr de Basra valiliğini istemişlerdi. Bu istekleri yerine getirilmediği için, Hz. Ali’ye biat etmiş olmalarına rağmen, sonradan ona cephe aldılar. Ebu Bekir’in kızı Ayşe, halife Osman’ın öldürülmesinden önce Mekke’ye gitmişti. Osman’ın öldürülüp Hz. Ali’nin halife seçildiğini öğrenince Medine’ye dönmeyip bir süre daha Mekke’de kaldı. Bu sırada Talha, Zübeyr, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Amir ve beni Ümeyye’den birkaç kişilik bir topluluk gelip Ayşe ile birleştiler. Yine Hz. Ali’ye karşı olanlardan Ya’la bin Münebbih, Yemen vali ve âmili bulunduğu sırada, Yemen Beyt-ül Mal’ında bulunan pek çok malları ve parayı alıp Mekke’ye geldi. Burada bulunan Talha Zübeyr ve Ayşe’ye katıldı. Getirdiği malları bunlara verdi. Bu türlü kişisel çıkarlar ve kırgınlıklarla Hz. Ali’ye cephe almış kişiler topluluğu, halife Osman’nın kanını dava etmek için, Basra’ya doğru yola çıktılar. Kendilerine yolda katılanlarla birlikte sayıları, epey çoğaldı. Ya’la bin Münebbih, yüz dinara satın aldığı Asker adındaki devesini Ayşe’ye hediye etti. Ayşe bu deve ile savaşa girdiği için bu savaşa deve savaşı anlamına gelen “Cemel Savaşı” denildi.
Hz. Ali’nin Basra’ya vali olarak atadığı Osman bin Huneyf, Ayşe ve yanındakileri durdurmak istediyse de başarılı olamadı. Adamlarından kırk kişiyi öldürüp, kendisinin de saçını sakalını yolup birkaç gün hapsettikten sonra salıverdiler. Diğer taraftan Hz. Ali, onların bu çirkin davranışlarını duyup aynı yıl, yani 656 Ekim ayında, 1200’ü Muhacirin ve Ensardan olmak üzere 4000 kişilik bir birlikle yola çıktı. Oğulları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhammed bin Hanefi ile Ebu Bekir’in oğlu Muhammed de yanında idi. Irak topraklarındaki Zükar adlı yere vardıklarında, Kûfe halkından 12.000 kişi, Hz. Ali’nin yanında yer aldı; bir bölüğü de Ayşe’nin yanında yer aldı.
Burada hemen bir savaşa girip yersiz olarak Müslüman kanının dökülmesini istemeyen Hz. Ali, Basra’ya gitti. Hz. Ali, Zübeyr ve Talha ile görüşüp savaşı önlemek istedi ise de bu görüşmelerden bir sonuç alamadı. Ancak Hz. Ali, Peygamber’in Zübeyr’e kendisinin, haksız olduğu bir konuda Hz. Ali ile karşılaşacağı hakkındaki sözünü hatırlatınca Zübeyr, savaştan çekilmiş, Medine’ye dönerken Amr bin Cermuz adındaki biri tarafından yolda öldürülmüştü.
Ayşe’nin ordusu ile Hz. Ali’nin ordusu arasında Hureybe adlı yerde yapılan savaş, 9 Aralık 656 Perşembe günü başladı. Burada öyle şiddetli bir savaş oldu ki, deve üstünde ve kıl cibinlik içinde bulunan Ayşe’nin cibinliği, atılan oklarla kirpiye dönmüştü. Bu arada Talha, yan yana savaştıkları arkadaşı Mervan bin Hakem’in attığı bir okla öldü. Savaş sonunda Ayşe tarafı yenildi, Ayşe’nin kendisi Hz. Ali’nin ordusu tarafından esir alındı, ama kendisine tutsak muamelesi yapılmadı.
Bu savaştan galip çıkan Hz. Ali, Ayşe’yi huzuruna getirdiklerinde: “Ya Ayşe! Biliyorsun ki, Resûlü Ekrem, ümmetinin bir kılına bile zarar gelmesini istemezdi. Halbuki sen, onun, bunca ümmetinin kanlar içinde can vermesine sebebiyet verenlerle birleştin. Yarın mahşer gününde onun huzuruna hangi yüzle gideceksin?” dedi. O vakit Ayşe, utancından ellerini yüzüne kapatmıştı. Daha sonra Hz. Ali, Ayşe’yi, kendi yanında çarpışmış bulunan Muhammed b. Ebu Bekr ile Mekke’ye yolladı.
Bu savaşta, Ayşe’nin ordusundan dönerken yolda öldürülen Zübeyr ile savaşta vurulan Talha’nın da bulunduğu 13.000 kişi, Ali’nin ordusundan da 2.000 kişi olmak üzere 15.000 Müslüman öldü. Tüm bu olanlar ise, Ebu Bekir’in kızı Ayşe’nin öteden beri, Hz. Ali’ye karşı beslediği düşmanlığın sonucudur. Çünkü Beni Mustalik gazvesi sırasında Ayşe için bir söylenti yayılmıştı. Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin ne düşündüğünü sorduğu zaman, Hz. Ali, Ayşe’den şüphelendiği için değil, sırf Peygamber’in şerefine gölge düşmesin diye “Durumu bir inceletin.” demişti. Hz. Ali’nin bu sözüne içerleyen Ayşe, Hz. Ali’ye karşı kin beslemiştir.
27 Kasım 2011
2 Muharrem 1433

Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(Üçüncü gün)
HZ. ALİ’NİN HALİFELİĞİ VE MUAVİYE
Hz. Muhammed Efendimiz, Muaviye hakkında: “O’nu aranızdan üç menzil uzağa sürün ve hiç kimse onunla görüşmesin. Ayrıca benden sonra her hilafete gelen bu vasiyetimi yerine getirsin” demişti. Böylece Muaviye, Medine’den üç menzil bir mesafeye sürülmüştü. Hz. Peygamber’in Hakk’a yürümesinden sonra hilafete gelen Halife Ebu Bekir ve Halife Ömer, Peygamber’in vasiyeti üzerine Muaviye’yi üçer menzil uzağa sürdüler. Ancak hilafet Osman’ın eline geçince, Muaviye’yi, üç menzil uzaklaştıracağı yerde, Ebu Bekir’in oğlunu Şam beyliğinden alıp yerine akrabası olan Ebu Süfyan’nın oğlu Muaviye’yi atayarak onurlandırdı. Bunu duyan sahabeler, Hz. Ali’ye gelerek: “Ya Ali! Bu nasıl bir iştir ki Osman, Peygamber’in vasiyetini hiçe sayarak, üç menzil uzağa süreceği Muaviye’yi, Şam beyliğinin başına getirdi? Halk bu duruma büyük tepki gösteriyor” dediler.
Daha sonra da Hz. Ali’nin uzak doğuda bulunduğu sırada, halife Osman’a karşı olan sahabeler ayaklanarak yetmiş iki bölüğe ayrıldılar. Ebu Bekir’in oğlunun kumandasında bulunan bir bölük, şehre girerek halife Osman’ı öldürdüler. Halife Osman’ın öldürülmesi sırasında Hz. Ali, Uzak Doğu’dan henüz yeni dönmüştü.
Halife Osman’ın ölümü, ani olduğu ve yerine geçecek ismi belirleyemediği için, Hz. Ali, halkın iradesiyle ilk olarak ve gerçek bir seçimle halifeliğe getirilmişti. Bu gelişmelerden sonra Şam’da bulunan Muaviye, fitne hareketlerine başladı ve: “Ben Osman’nın gerçek akrabasıyım, halifelik benim hakkımdı. Hz. Muhammed, vefatından önce halifeliğe beni vasiyet etmişti.” diyerek halkı aldatmaya başladı, hatta düzmece hadisler uydurarak halkı kandırdı.
Muaviye, halkı Hz. Ali’den soğutmak için her türlü çareye başvuruyordu. Hatta iki defa ordusuyla Hz. Ali’nin üzerine geldi ve her ikisinde de bozguna uğradı. Muaviye’nin hilafet uğruna yapmış olduğu zulümlerin sonu gelmiyordu. Sahabenin ısrarı üzerine Hz. Ali, nihayet asi bir ders vermek için Muaviye’yle savaşmaya karar vermişti.

SIFFİN (SIFFEYN) SAVAŞI
Hz. Ali’nin ordusu ile Muaviye’nin ordusu, 26 Temmuz 657 tarihinde Şam yolu üzerinde bulunan “Saffeyn” mevkiinde karşı karşıya geldiler.
Hz. Ali, Muaviye’ye: “Bilirim, senin bize olan düşmanlığın, tamamen şahsidir, gel boş yere Müslüman kanı akıtmayalım. Sadece ikimiz meydana çıkıp teke tek çarpışalım” dedi. Fakat Muaviye bunu kabul etmedi, iki ordu arasında şiddetli bir savaş başladı ve her iki taraftan da bir hayli zayiat verilmişti. Muaviye kuvvetleri Hz. Ali kuvvetleri karşısında bozguna uğramışlardı.
Ancak yenileceğini anlayan Muaviye, çeşitli hilelere başvurmaya başladı. Sonunda Muaviye’nin kumandanı Amr bin As’ın, bir hilesiyle ordu toparlanmıştı. Muaviye’nin kumandanı Amr bin As, Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna taktırarak Hz. Ali’nin kuvvetlerinin önüne çıktı ve: “Siz ve biz, birbirimizi yok ettikten sonra, İslam yurdunu kim koruyacak? Tanrı’nın kitabı Kur’an, aramızda hakem olsun” diye haber gönderdi. Bu durumu gören Hz. Ali’nin yanında savaşan Hariciler, “Allah’ın kitabına uymalıyız” diyerek savaşmaktan vazgeçmek istediler ve Hz. Ali’ye: “Ya Ali! Kur’an’a uy, yoksa seni onlara teslim ederiz ya da Osman’a yaptığımızı sana da yaparız” diyerek ayaklandılar.
O vakit Hz. Ali, “Bu bir hiledir, gerçek Kur’an biziz, ben Kur’an’ı Natık’ım” diyerek Muaviye’ye karşı savaşmalarını istedi. Sonunda Muaviye taraftarlarının dediği oldu ve her iki taraf da, hakeme gidilmesine karar verdiler.
HAKEM OLAYI: Her iki hakem, Hicretin 35. yılı Şaban ayı içerisinde Şam civarındaki Ezruh şehrinde buluştular. Hz. Ali’nin hakemi Ebu Musa, Muaviye’nin hakemi ise Amr bin As idi. Her iki taraftan da dörder yüz kişi, tanıklık etmek üzere gelmişti. Bu arada iki kişi, kılıçlarını çekip “Hüküm Allah”ındır diyerek Muaviye taraftarlarına saldırdılar. Bu iki kişi, derhal öldürüldü, ancak bu söz, Haricilerin parolası haline geldi.
Barış kâğıdının başına yazılacak olan “Emir’ül-Mümin’in Ali ile Muaviye arasında” cümlesine Amr bin As itiraz etti. Muaviye yanlıları, “Biz Hz. Ali’yi müminler emiri olarak kabul etmiyoruz, yalnız adı yazılsın” dediler. O vakit Kays oğlu Ahnef: “Ey Emir-ül Müminin! Halk birbirini kırsa bile bu sözü sildirme.” diye yalvardı. Orada bulunan Eş’as ise, “Sildir şu sözü.” diye bağırdı. O vakit Hz. Ali, “Ey Sübhan Allah! “Hudeybiyye şartını yazarken de bu iş, Resûlallah’ın başına gelmişti, aynı şey şimdi de benim başıma geldi” dedi. Bunun üzerine anlaşmanın altına sadece Hz. Ali’nin ve Muaviye’nin isimleri yazıldı. Üzerlerinde “Muhammed’ür Resûlallah” yazılı mühürle de mühürlendi.
Her iki hakem arasında görüşmeler başlayınca, Muaviye’nin hakemi Amr bin As, Hz. Ali’nin hakemine, “Gel her ikisini de azledelim. Halk, güvenilir bir başkasını halife seçsin” diyerek Ebu Musa’yı ikna etti ve kürsüye önce Ebu Musa’yı çıkardı.
Önce kürsüye çıkan Ebu Musa, “Biz Amr bin As ile anlaştık, şu parmağımda bulunan hilafet yüzüğünü, parmağımdan çıkarıyorum ve böylece Ali’yi azlediyorum. Amr bin As da Muaviye’yi azledecek. Böylece sizler de aranızdan güvenilir birisini halife seçiniz” dedi ve kürsüden indi.
Bunun ardından Muaviye’nin hakemi Amr bin As, kürsüye çıkarak: “Ebu Musa’nın sözlerini duydunuz, Ali’yi azletti. Ben de Ali’yi azlettim ve Ebu Musa’nın parmağından çıkardığı hilafet yüzüğünü Muaviye’nin hakemi olarak parmağıma takıyorum ve böylece beni kendisine hakem tayin eden Muaviye’yi halife tayin ettim. Çünkü Muaviye, Osman’ın varisidir, halifelik en çok onun hakkıdır.” diyerek Muaviye’yi halife tayin etti.
Ebu Musa kandırılmıştı. Hatasını düzeltmek istediyse de muvaffak olamadı. Çünkü Ebu Musa’yı hiç kimse dinlemedi. Sonuç olarak Muaviye, hilafeti ele geçirerek Şam’a yerleşti. Aslında bu iki hakemin seçilmesi, daha doğrusu atanmasının nedeni, Müslümanlar arasında kan dökülmesine yol açan savaş halinin kaldırılması, ortaya çıkmış olan sorunlara Kur’an’daki hükümlerin uygulanması idi.
Hz. Ali’nin halifeliği kesinlikle tartışılamazdı. Çünkü Hz. Ali, Medine’de Muhacirler ve Ensar tarafından seçilip kendisine biat edilmişti. Hakeme başvurulması, aslında Hz. Ali aleyhine değil, belki Muaviye’nin aleyhine idi. Ancak Amr bin As’ın, Ebu Musa’yı kandırıp Muaviye’yi hilafete getirmesi üzerine, Haricilerden bazı kimseler gelip Hz. Ali’nin önünde: “Lâ hükme illalillah” demişlerdi. Hatta Hz. Ali’ye: “Hakemden dön, bizi alıp düşmanın karşısına çık, ölünceye kadar onlarla dövüşelim” demişlerdi.

HZ. ALİ’NİN ŞEHADETİ
Hazret-i Ali, Muaviye ile savaşmanın artık kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Ancak Muaviye’nin üzerine yürümeden önce Haricilerin işledikleri kanlı cinayetlere bir son vermek gerekiyordu. Bunun için Hz. Ali önce Nehrivan’na gitti. Maksadı tuttukları bu yolun yanlış olduğunu ve boş yere kardeşkanı döktüklerini, kendilerine anlattı ise de ikna olmadılar.
Haricilerle Hz. Ali arasında savaş kaçınılmaz olmuştu. Ancak, 4000 kadar olan Haricilerden pek çoğu, “Biz Ali ile savaşmayız” diyerek, topluluktan ayrıldılar. Geriye kalan 1800 civarındaki hariciler, 17 Temmuz 658 yılında Nehrivan’da Hz. Ali’ye karşı savaşa girdiler ve ancak 8-10 kişi sağ kurtulabildi.
Hz. Ali, Nehrivan Savaşı’ndan sonra Muaviye’nin üzerine yürümek üzere planlar yapıyordu. Bu sırada bazı kimseler de, “Hz. Ali ile Muaviye ortadan kalkarsa, yeryüzünde fesat kalmaz” diye aralarında planlar yapıyorlardı.
Aslen Mısır’lı olan Abdurrahman bin Mülcem, “Ben Ali’nin hakkından gelirim” dedi. Orada bulunan Berk bin Abdullah da Muaviye’nin işini bitirmeyi üzerine aldı. Yine orada hazır bulunan Amr bin Bekr ise, Amr bin As’ın da bunlardan aşağı olmadığını ve onun da öldürülmesi gerektiğini teklif etti ve bu görevi kendisi aldı. Bu üç kişi, Ramazan ayının 17. nci günü görevlerini yerine getirmek üzere anlaştılar ve her birisi kendi bölgesine gitti.

Bunlardan Abdurrahman bin Mülcem Kûfe’ye geldi ve bazı kimselerle görüşüp niyetini onlara açıkladı. Bu arada Hz. Ali tarafından Nehrivan’da babası ve kardeşi ile birlikte on civarında yakınını kaybeden Kutame adında çok güzel bir kadınla tanıştı. Hiç vakit kaybetmeden bu kadına evlenme teklifinde bulundu. Kadın, “Bu teklifini üç şartla kabul ederim: 3000 dirhem para, bir köle ya da bir cariye ve Hz. Ali’nin öldürülmesi
“Eğer Ali’yi öldürürsen, seninle birlikte yaşarız.” dedi. İbni Mülcem de: “Ben de zaten Ali’yi öldürmek için buraya geldim” diyerek, sakladığı sırrını açıkladı. Öcünün alınacağını anlayan Kutame, Mülcem’e yardım etmek üzere Şebib ve Verdan adındaki şahısları buldu. Bu üç namert, 661 yılı Ramazan’ın 19. ncu günü Hz. Ali’yi ortadan kaldırmanın planlarını yapıyorlardı. Tüm bu olanlar, Ali’ye malum olmuştu. Hz. Ali, yattığı yerden ter içinde uyandı, gördüğü rüyanın etkisiyle etrafına bakındı. Rüyasında Hz. Resûlallah’ı görmüştü, kendisiyle beraberdi, “Hasretlik bitti” diyordu. Resûlallah ile kucaklaşırken, çıkardığı kendi sesinin gürültüsüne uyanmıştı. Yataktan kalkıp oturdu ve bir müddet sonra tekrar ayağa kalktı ve tek tek çocukların yanına gitti, doyasıya yüzlerine baktı. Bu sırada Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin de uyanmışlardı. Babalarını solgun görünce: “Nedir bu halin baba, rahatsız mısın?” diye sordular. Hz. Ali: “Hayır! İyiyim.” diye cevap verdi. Ve daha sonra gördüğü rüyayı anlattı, Hakk’a ulaşacağı günlerin yakın olduğunu söyledi. Bu haberi duyan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, pek çok müteessir oldular. İbni Mülcem’in günlerdir evliyalar Şahı’nı ortadan kaldırmanın planlarını yaptığı, kendilerine malum olmuş gibiydi.
“Evlatlarım! Ben kısa bir zaman sonra aranızdan ayrılacağım. Ben Hakk’a yürüdüğüm zaman, yüzü yeşil peçeli ve sırtında matem elbisesi olan bir kişi gelip, beni yıkayıp, kefenleyip, bir ceviz tabuta koyduktan sonra, deveye yükleyecektir. Beni yıkarken oğlum Hasan suyumu ısıtacak, oğlum Hüseyin de su dökecek, diğer yavrularım da kendilerine düşen görevi yerine getirecekler. Sakın ola ki, yüzü peçeli kişiye soru sorup taciz etmeyin. O, benim cenazemi götürüp defnedecektir” diyerek vasiyetini tamamladı.
İmam Ali çok az uyurdu, şafak sökmeden kalkar, ibadetini yapardı. Aslında o gün de diğer günlerden farksız bir gündü. Yine her sabah olduğu gibi erkenden kalktı. Evden ayrılırken İmam Hasan ve İmam Hüseyin’e hediye olarak getirilen kazlar, feryat ederek sanki gitme dercesine eteğinden çekiyorlardı. Kazların bu hareketine mani olmak isteyenlere, “Bırakın onları, onlar ağlayanlardır” demişti. Ve daha sonra da kazları elleriyle sevip okşadı, sonra da evden ayrıldı.
Hz. Ali’nin dışarı çıktığını gören İbni Mülcem, saklandığı yerden çıkarak, elindeki zehirli kılıçla Hz. Ali’yi ağır yaraladı. Hz. Ali, yere düştüğü zaman: “Andolsun âlemleri Rabbine” buyurmuştu. Aynı anda Berk bin Abdullah da Şam’da Muaviye’yi yaraladı, fakat Muaviye aldığı bu yaradan ölmeyip sağ kurtuldu. Üçüncü harici ise, Amr bin As’ın yerine yanlışlıkla bir başka kişiyi öldürmüştü. Hz. Ali’yi yaralayan İbni Mülcem, kısa zamanda yakalanıp getirilmişti. Hz. Ali, karşısına getirilen İbni Mülcem’e, “Ey Allah’ın düşmanı! Ben sana iyilik etmedim mi?” dedi. Mülcem: “Evet, iyilik ettin” dedi. Hz. Ali: “Peki, bu yaptığın soysuzluk nedir?” dedi. İbni Mülcem: “Ben bu kılıcı, kırk gün zehirle biledim, Hz. Ali de: “Öyle ise sen de bu kılıçla öldürüleceksin” buyurdular. Hz. Ali, aldığı bu yaraların etkisiyle, 21 Ramazan 661 yılında şehit oldu.
Başka bir rivayete göre de Hz. İmam Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e şöyle bir vasiyet etmişti: “Beni bir tabuta koyup, Garibeyn diye anılan bir yere götürün. Orada zümrüt renkli bir taş vardır. Benim gömüleceğim yer, bu taşın altıdır.” Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, babalarının vasiyetini yerine getirip, hâlâ bu isimle meşhur olan yere naaşını defnettiler, bir takım kötü niyetli kimselerin zarar vermemesi için de kabrin bulunduğu yeri gizlediler.
Harun Reşit zamanına kadar gizli kalan o “Şah-ı Velayet”i makamı, Harun Reşit tarafından tesadüfen meydana çıkarıldığı rivayet edilmektedir.
Erenlerin evliyaların piri
Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya
Âşıkların maşukların serveri
Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya

Arslan olan miraç yolunda yatan
Mancınıkla kendin Hayber’e atan
Kurdun kuşun nasibini dağıtan
Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya

28 Kasım 2011
3 Muharrem 1433

Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(Dördüncü gün)
HAZRETİ İMAM HASAN
Hazret-i İmam Hasan, Hz. Ali’nin büyük oğludur. Anası Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fatıma’dır. 15 Ramazan 624 yılında doğmuş ve 28.03.670 yılında Hakk’a yürümüştür. İmam Hasan’ın şerefli künyesi Ebû Muhammed, lâkabı Naki ve Tevfik’tir. Sahife-i Rızaviye’de Esma bint-i Amis, şöyle nakleder: “İmam Hasan doğduğu zaman ben onu kehribar renkli bir hırkaya sarıp, Hz. Peygamber’in huzuruna götürdüm.” O vakit Hz. Peygamber: “Ey Esma! Ben sana defalarca evladımı sarı hırkaya sarma demedim mi?” buyurdular. Bunun üzerine ben de, aldığım bu emir üzerine İmam Hasan’ı kâfur renginde bir hırkaya sarıp Hz. Peygamber’in mübarek eline verdim. Hazret- Resul, Hz. Ali’ye: “Ya Ali! Bu çocuğa ne ad koydunuz?” diye sordu. O vakit Hz. İmam Ali: “Ya Resulallah! Evladıma isim vermekte sizden önce davranamazdım, ama hatırıma gelir ki, müsade olursa “Harp” veyahut Hamza adını vereyim!”
Hz. Peygamber: “Allah’ın hükmü, her hükümden evveldir!” dedi. Bunun ardından Cebrail-i Emin gelip: “Ya Resulallah! Cenab-ı Hakk, Ali sana Musa’ya nisbetle Harun derecesindedir. Onun oğlunun adını versin buyurdu” dedi. O vakit Resulallah: “Onun adı ne idi?” diye sordu. Cebrail: “Şeper’dir! Şeper, Süryani dilinde “Hasan” demektir” dedi. Böylece ismini Hasan koydular.

HZ. İMAM HASAN’IN HALİFELİĞİ
Hz. Ali, Ramazan ayının 21’inde yani 661 yılı 24 Ocak günü şehit olmuştur. Hz. İmam Hasan, babasının defninden sonra Ramazan ayının yirmi beşinci günü Kûfe Mescidi’nde halka şöyle seslendi: “Ey Kûfeliler! Aramızdan öyle bir zat Hakk’a yürüdü ki, Resulallah’tan başka ne evvel gelenler içinde onun derecesini aşan vardır; ne sonra gelecekler arasında bulunur. O, Resulallah’ın maiyetinde savaşır, canıyla O’nu korurdu. Cebrail sağında, Mikail solunda giderdi O’nun. O, Allah’ın izniyle, gittiği hiç bir yeri fethetmeden dönmezdi. Meryem oğlu İsa’nın göğe ağdığı, Musa’nın vasisi Yüşa’nın vefat ettiği, Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an’ın indiği gece, vefat etti O. Altın ve gümüş olarak ancak yedi yüz dirhem bıraktı.” Hz. Hasan, bunları söylerken dayanamayıp ağlamaya başladı. Kendisini dinleyen halk da dayanamayıp O’na uydular.
Hazreti İmam Hasan, sözlerine devam ederek: “Ey Müslümanlar! Beni bilen bilir, bilmeyen bilsin ki ben Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ım. İnsanlara müjde verenin, insanları korkutanın, Muhammed’in oğluyum ben. Allah’ın izniyle insanları Allah yoluna çağıranın oğluyum ben. Ben ki o Ehl-i Beyt’tenim, o Ehl-i Beyt ki Cebrail evimize inerdi, yine evimizden göğe çıkardı. Ben o Ehl-i Beyt’tenim ki Allah, her türlü kötülüğü giderdi onların üzerinden, tertemiz etti onları. Ben o Ehl-i Beyt’tenim ki Allah, onları sevmeyi her Müslüman için farz kıldı. Cenab-ı Allah Kur’an’da: “De ki, sizden tebliğime karşılık, sadece Ehl-i Beyt’imi sevmenizi isterim.” buyuruyor. Ben ki işte o Ehl-i Beyt’tenim” mealinde uzunca bir hutbe okudu.
Söz buraya gelince, Abbas’ın oğlu Abdullah, ayağa kalktı; “Ey insanlar! Bu Hasan, Peygamberinizin oğludur, İmamınızın oğludur. Ona biat edin” dedi. Bunun üzerine ölünceye dek kendisinden ayrılmayacaklarına dair söz vererek Hz. Ali’ye biat eden 40. 000 kişi, bu defa O’nun oğlu Hz. İmam Hasan’a biat ettiler. Irak, Mekke, Medine Hicaz ve Yemen halkı da sağlığında Hz. Ali’ye bağlı oldukları gibi, şimdi de oğlu Hz. Hasan’a biat ettiler.
Hakem kararından sonra Şam halkı, Muaviye’ye biat etmiş oldukları için yalnız Suriye ve Mısır eyaletleri Hz. Hasan’a yapılan biatın dışında kaldılar. Hz. Ali’nin vefatını duyan Şam halkı, önce “Emirüş-Şam” olarak biat etmiş oldukları Muaviye’ye, bu kez “Emir’ül-Mü’minin” yani halife olarak biatlarını yenilediler. Aslında Hz. İmam Hasan, beşinci halifedir. Çünkü 6 ay müddetle bu görevinde kalmıştır.
Muaviye, Irak halkının Hz. Hasan’a biat ettiklerini duyunca 60.000 kişilik bir kuvvetle Irak üzerine yürüdü. Öte yandan İmam Hasan da 40. 000 kişi ile Kûfe’den çıkıp önce Deyr-i Abdurrahman adlı yerde konakladı. Daha sonra da Medine’ye geldi. Burada da yanındakilere şöyle seslendi: “Ey ahali! Siz barışta ve savaşta ayrılmamak üzere bana biat ettiniz. Benim bu dünyada hiç kimse ile kavgam ve düşmanlığım yoktur. Doğudan batıya kadar da hiç kimseden incinmişliğim yoktur. Benim katımda güvenlik, barış ve iyi ilişkiler, kırgınlık ve düşmanlıktan daha önemlidir.”
Askerin içinde Hz, Ali’ye ve kendisine candan bağlı olanlar olduğu gibi “Hariciler” de yani ikiyüzlü olanlar da vardı. Hz. Hasan’ın bu sözleri üzerine: “Baban hilafeti Muaviye’ye teslim etti. Sen de mi aynı şeyi yapmak istiyorsun?” diyerek tepki göstermeye başladılar. Hatta İmam Hasan’ın ordusundan ileri gelenlerinden pek çok menfaatperest dünya menfaatleri karşısında ve para karşılığı saf değiştirip Muaviye tarafında yer almışlardı. Geri kalanlarının da İmam Hasan’ın çadırlarını yağma etmesi ve İmamın eşine ait tüm ziynet eşyaları yağmalamaları sonucu İmam Hasan, Muaviye ile bir antlaşma yapmak zorunda bırakılmıştı.
Durumun kötüye gittiğini gören İmam Hasan, Muaviye’ye haber göndererek bazı koşullarla halifeliği kendisine bırakacağını bildirdi. Bazı tarihi kaynaklarda değişik şekilde verilmiş olsa da bu koşullardan bazıları şunlardır:
1- Muaviye, Irak halkından olup İmam Hasan’a bağlı olanlara hiçbir zarar vermeyecek,
2- Ehvaz Eyaleti’nin yıllık geliri İmam Hasan’a ait olacak,
3- Peşin olarak kendisine 5 milyon, kardeşi Hüseyin’e de 2 milyon dirhem para verilecek ve ayrıca kendisine her yıl 200.000 dirhem maaş verilecek,
4- Muaviye, İmam Hasan’dan önce ölürse, halifelik İmam Hasan’a geçecek. Bazı kaynaklara göre ise, Muaviye’nin ölümünden sonra İmam Hasan’ın fikri alınmadan halife atanmayacak,
5- Hutbelerde, konuşmalarda ve toplantılarda Hz. Ali’ye ve yakınlarına küfür edilmeyecek.
Muaviye bu şartları kabul etti, ancak Hz. Ali’ye küfür edilmesi hususuna şerh getirdi. “İmam Hasan’ın bulunduğu meclislerde küfür edilmeyecek” şartını koydu. Tabiki buna da uymadı. Hz. Ali ve yakınlarına yüzlerce yıl küfür edildi. Yine dördüncü maddedeki şarta da uymayarak, daha sağlığında oğlu Yezid’i kendisine veliaht seçme sevdasına kapılmıştı. İmam Hasan’ın halifeliği altı ay kadar sürmüştü.

HZ. İMAM HASAN’IN ŞEHADETİ
Muaviye, daha sağlığında oğlu Yezid’i hilafete getirmeyi kafasına koymuştur. Ancak İmam Hasan’la yaptığı anlaşma buna manidir. Anlaşmaya göre, Muaviye’den sonra hilafet, İmam Hasan’ın hakkıdır. Bunun için de Hasan’ın ortadan kalkması gerekir. Muaviye bu durumu bildiği için hiç vakit kaybetmeden harekete geçer. İmam Hasan’ı ortadan kaldırması için, İmam Hasan’ın eşi Cu’de’yi, görevlendirir. Cu’de’ye, “Eğer İmam Hasan’ı zehirler, ortadan kaldırırsan seni oğlum Yezid’e eş olarak alacağım.” der.
Bu görevi alan İmam Hasan’ın eşi Cu’de, hiç vakit kaybetmeden işe koyulur. Birkaç defa İmam Hasan’ın yiyeceklerine ve içeceklerine zehir koyar. Ancak İmam Hasan’ın bünyesi çok güçlü olduğu için fazla tesir etmez. Bu durumdan şüphelenen İmam Hasan’ın kardeşi Zeynep, adeta kardeşinin gölgesi olmuştur. Su testisinin ağzını tülbentle bağlayıp mühürler. Geceleri de yanında kalır. Ehl-i Beyt’in üzerindeki kara bulutlar bir türlü dağılmıyordu.
Cu’de, İmam Hasan ve Zeyneb’in uyuduğu bir saatte gizlice içeri girer ve elindeki elmas tozunu, yani zehiri, su testisinin üzerindeki mühürü bozmadan tülbentin üzerinden testinin içine boşaltır. İmam Hasan uyanır, çölün bunaltıcı sıcağından ve susuzluktan dudakları çatlamıştır, su içmek ister. O vefekâr bacı Zeynep, derhal fırlar yerinden ve testinin mührünü kontrol eder, dokunulmamıştır. Doldurur verir suyu kardeşine, ancak bu su İmam Hasan için şahadet şerbeti olmuştur. Ehl-i Beyt’ten bir ışık daha sönmektedir. Zehir tesirini göstermiştir. İmam Hasan: “Ah! Bu su nasıl bir sudur ki, içime ateş saldı, ciğerlerim parçalanıyor” der ve derhal Hz. Hüseyin’i çağırmalarını söyler. Ehl-i Beyt’in evinde yine feryatlar yükselmektedir. İlâhi tecelliye bakın ki, İmam Hasan’ın rengi yemyeşildir. Ateş ve ağrı içinde inim inim inlemektedir. İmam Hüseyin, yanına gelince İmam Hasan: “Ey kardeşim! Rüyamda dedemi gördüm. Dedem: “Ey oğul! Sana müjde olsun. Belâ öksesinden ve zamane mihnetinden kurtuldun, yarın benim huzurumda olacaksın” dedi, der. O vakit Hz. İmam Hüseyin, ağlamağa başlar. İmam Hasan, Şahadet şerbetini içmeden önce son olarak kardeşi Hz. İmam Hüseyin’e: “Ey kardeş! Çocuklarım sana emanet, onları boynu bükük bırakma, onlara sahip ol. Oğlum Kasım, kızın Fatma’ya tutkundur, onları sevgilerinden mahrum bırakma, onların iffetini koru. Evlatlarımı sana ve seni de Vacib-ül Vücud olan Allah’a emanet eyledim!” diyerek vasiyette bulunur.
Sefer ayının yirmi dokuzuncu gecesidir, İmam Hasan, mübarek diliyle Kelime-i Şahadet getire getire bekâ âlemine erişir. “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” (Haktan geldik hakka dönücüleriz.)
İmam Hasan’ın cansız bedeni, kardeşi İmam Hüseyin’in kucağındadır. Feryatlar gecenin karanlığında kaybolur, İmam Hüseyin ve Ehl-i Beyt taraftarları, İmam Hasan’ın mübarek naaşını, dedesi Hz. Muhammed’in kabri civarında defnetmek isterler. Ebu Bekir’in kızı Ayşe bir katıra binerek, taraftarlarıyla birlikte cenaze alayının önünü keser. Cenaze alayında bulunanlar:
- Ya Ayşe! Maksadın nedir?
Ayşe:
- Ravza-i Mutahhara civarına kimseyi defnettirmem.
Cenaze alayında bulunanlar:
-Ya Ayşe! Kimse dediğin kişi, Hz. Peygamber’in göz bebeklerinden biridir. Bir zamanlar deveye bindin, Hz. Ali’ye muhalefet ettin, şimdi de katıra binip, bu şehidin önünü kesersin?
İçleri kan ağlayan Ehl-i Beyt taraftarları, şehidin tabutunu alıp yürürler. Kılıçlar çekilir, oklar gerilir. Yine vahşet kopmuştur. Atılan oklar, cansız bedene saplanır. İmam Hüseyin, öne atılır: “Ey Allah’tan korkmaz, Resul’den utanmazlar! Bir şehidin cenazesine bile ok atıyorsunuz. Hangi dinde görülmüştür bu zulüm? Peygamber’in Ravza-i Pak’ine kimseyi gömdürmeyiz, diye güya ona saygı gösteriyorsunuz. Diğer taraftan da onun ailesinin cansız bedenine ok atıyorsunuz. Saygı bu mu? Ehl-i Beyt düşmanlığınız ne zaman bitecek? İslam arasındaki bu bozgunculuk ne zaman sona erecek? Ben kimsenin kanının dökülmesini istemiyorum. Bizi seven peşimizden gelsin.”der, cenaze alayı döner, Bakiy Mezarlığına ve anası Hz. Fatma’nın yanındadır artık İmam Hasan…
Hz. İmam Hasan’ın Hakk’a yürümesinden sonra Muaviye’nin gözüne girmek isteyen bazı kimseler, hiç vakit kaybetmeden oğlu Yezid’in veliahtlığını ilân etmesini istediler. Ancak Muaviye: “Bu işe kalkarsam buna engel olacak kişiler çıkacaktır” diye cevap verdi. Bu defa Mugire, “Bu işi sen bana bırak, Küfe halkını ben yola getiririm” dedi. Muaviye, bu düşüncesinde kendince haklıydı. Çünkü bu defa da en büyük engel olarak Hz. İmam Hüseyin’i görüyordu. Muaviye, yanılmamıştı, düşündüğü gibi onun bu teşebbüsüne mani olacak dört kişi vardı ve bunlar: İmam Hasan’ın kardeşi Hz. Hüseyin, halife Ömer’in oğlu Abdullah, Zübeyr bin Avvam’ın oğlu Abdullah ve halife Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman idi. Ancak Abdurrahman kısa bir zaman sonra vefat etmiş, üç kişi kalmışlardı.

HZ. İMAM HÜSEYİN VE HAYATI
Hz. İmam Hüseyin, Hz. Ali ile Hz. Fatımatü’z-Zehra’nın ikinci oğludur. Hz. İmâm Hüseyin’in künyeleri; “Ebû Abdullah”, lâkapları; “Sıbt, Şehit, Tâbi-i li-emrillah yani Allah’ın emrine uyan”dır. Hz. İmam Hüseyin, yaklaşık 10 yıl imamet makamında bulundu. 54 yaşında iken Cüstura oğlu Beşir (Şimir), tarafından 10 Muharrem 680 günü Kerbela’da şehid edildi. Hz. İmâm’ın 5 erkek, 3 kız olmak üzere 8 evlâtları olmuştur. Erkek evlâdının üçünün adı Ali’dir; içlerinden sadece Ali Zeynel Abidin, kendilerinden sonra hayatta kalmış ve soyları Hz. İmâm Zeynel Abidin’den yürümüştür.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den bu yana 10 Muharrem günü, İslâm âlemi için hep kurtuluş ve sevinç günü olmuştur. Pek çok peygamber, bu mübarek günde tehlikelerden kurtulmuş, düşmanlarını da helak etmişlerdir. Yalnız bir istisna yıl var ki işte o sene yüreklerin tâ derinliklerine kadar kan damlamıştır.
O yıl öyle bir yıldır ki, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sallallahu âleyhe ve sellem) Efendimizin, yani İslâm âlemini aydınlatan bu nur güneşinin, Hakk’a yürüyüşünün ardından yarım asır dahi geçmemiştir. Bu nur deryasından feyz alan sahabelerin birçoğu henüz hayattadır. Ancak, o nur güneşinin yerinde, yani İslam âleminin başında iktidar hırsıyla gözü dönmüş olan Muaviye bulunmaktadır. Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, ölmeden önce oğlu Yezid’i, kendi yerine veliaht etme sevdasına kapılarak; Müslümanlardan oğluna biat etmelerini ister. Yani İslam tarihinin ilk saltanatını kurma çabasındadır. Ancak onun bu teşebbüsüne, engel olabilecek birisi vardır, o da Hz. İmam Hasan’dır. Çünkü onunla aralarında bir antlaşma vardır. Bunun önüne geçebilmek için de ilk iş olarak Hz. İmam Hasan’ı zehirleyerek şehid eder. Muaviye’nin bu çabasına engel olabilecek tek kişi kalmıştır, O da Hz. İmam Hüseyin’dir. İşte bundan dolayıdır ki Hazreti İmam Hüseyin, çok önemliydi. Hz. İmam Hüseyin’in önemi nereden geliyordu? İmam Hüseyin kim idi?
Hz. İmam Hüseyin, Allah’ın Resulü Hz. Muhammed’in kızı Hazreti Fatıma’nın ikinci oğlu idi. Bundan dolayıdır ki, Allah’ın Resulü Hz. Muhammed, O’nun için hiçbir zaman “torunum” dememiştir. O, İmam Hüseyin için devamlı olarak, “oğlum” diyordu.
Allah Resulü bir hadisinde: “Hüseyin bendendir, ben Hüseyin’denim; Hüseyin’i seveni Allah sever” buyurmuşlardır. Bu sözü söyleyen Allah Resulü, hiçbir zaman kendiliğinden söz söylememiştir. Cenabı Allah, Kur’an’da: “Andolsun ki, Muhammed sapmadı ve batıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmaz. O’nun bildirdikleri vahiy edilenin dışında değildir.” demektedir. Bu ayetten de anlaşılacağı gibi Hz. Muhammed’in Hz. Hüseyin için söyledikleri, vahiyden başka bir şey değildi.
Bir defasında Hz. Resûl, Hz. Fâtıma’nın evlerinin önünden geçerlerken Hz. İmâm Hüseyin’in ağladıklarını duyup, Hz. Fâtıma’ya: “Bilmez misin ki onun ağlayışı beni incitir.” dedikleri bilinmektedir. Yine Allah Resulü bir hadisinde: “Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin iki efendisidir.” demiş; “Babalarının, onlardan da hayırlı” olduğunu buyurmuş ve onların “Arşın iki küpesi” mesâbesinde olduklarını söylemiştir.
Hazreti İmam Hüseyin, yeni doğmuştur. Cebrail-i Emin gelir: “Ey Allah’ın Resulü! Cenab-ı Allah, torunun Hüseyin’in doğumunu kutlamak için beni görevlendirdi, torununun doğumu kutlu olsun.” der ve aynı zamanda baş sağlığı diler. Allah’ın Resulü: “Ya Cabrail! Hüseyin’in doğumunu kutladınız, arkasından da baş sağlığı dilediniz, bunun anlamı nedir?” diye sordu. O vakit Cebrail: “Ya Allah’ın Resulü! Bu torunun Hüseyin, senin düşmanların tarafından, Kerbela denilen yerde boğazı kesilerek şehit edilecek. Cenab-ı Allah, bunu da bildirmemi istedi” diyerek, bu olayın nasıl ve ne zaman olacağını da bildirdi. Bu haberi alan Hz. Muhammed çok üzüldü ve ağlamaklı oldu. O vakit Hz. Peygamber’in yanında bulunan Hz. Ali de olayı öğrendi ve çok üzüldü. Hz. Ali Keremullahu veche eve gidince bu haberi Hz. Fatıma anamıza söyledi. Hz. Fatıma anamız, ağlayarak babasının yanına vardı ve bu haberi bir de onun ağzından duymak istedi. Allah’ın Resulü, duyduklarını olduğu gibi kızına anlattı. Bu haberi bir de babasından duyan Hz. Fatıma: “Ey babacığım! Bizim hiçbirimizin olmadığı o günde benim yavrum için kimler ağlayıp, yas tutacaklar?” diyerek tekrar ağlamaya başladı. O vakit gaipten bir ses: “Ya Fatıma! Sen hiç merak etme, o vakit Muhammed ümmetinden öyle bir zümre olacak ki dünya durdukça senin Hüseyin’in ve yakınları için gözyaşı dökecekler.” diyerek Hz. Fatıma anamızı teskin ediyordu. Hz. Muhammed’in, bu iki göz nuru İmam Hasan ve İmam Hüseyin hakkındaki hadisler yazmakla bitmez.

29 Kasım 2011
4 Muharrem 1433
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(Beşinci gün)
HAZRETİ İMAM HÜSEYİN’İN İMAMET YILLARI
Hz. İmam Hüseyin, Hz. İmam Hasan’ın ardından kendisine bağlı olanların başında on yıl kadar imamet makamında bulundu. Yaklaşık altı ay dışında bu müddetin tümü Muaviye’nin hilafeti zamanında en zor koşullar ve en ağır baskılar altında geçti. Çünkü Hz. Muhammed’in getirmiş olduğu İslam ve dini yasalar, toplumdaki değerini kaybetmiş, Muaviye’nin getirdiği gayri adil yasalar, Allah ve Resulü’nün isteklerinin yerini almıştı. İkinci olarak da Muaviye ve yandaşları, her türlü yola başvurarak Ehl-i Beyt’i ve Ehl-i Beyt taraftarları ile Hz. Ali ismini ortadan kaldırmak, yok etmek istiyorlardı.
Muaviye, İmam Hasan’ın Hakk’a yürümesinden sonra Yezid’in veliahtlığı işini halka duyurması için Mekke valisi Velid’e mektup gönderdi. Bu kimseler, kendi bölge halkına durumu açıkladılar. Gittikleri her yerde tüm şehir halklarının biat ettiği söyleniyordu. Muaviye, durumdan memnundu, hatta Muaviye bizzat kendisi kalkıp Mekke ve Medine’ye geldi, diğer şehir halklarını Yezid’in veliahtlığını kabul etmiş gibi göstererek gittiği her yerde Yezid’in veliahtlık biatını sağladı. Sadece İmam Hüseyin, İbni Zübeyr ve İbni Ömer Yezid’e biat etmediler.

MUAVİYE’NİN OĞLU YEZİD İŞ BAŞINDA
Hicretin 58. yılı, yani Miladi 680 yılının temmuz ayının ortalarında Muaviye öldü. Muaviye’nin ölmesi üzerine oğlu Yezid hilafet makamına geçti. Hilafeti eline alır almaz hemen muhtelif bölgelerin vali ve yöneticilerine mektuplar yazarak onlara babası Muâviye’nin ölümünü bildirdi. Ayrıca kendisinin döneminde de bulundukları görevlerine devam edeceklerini bildirip bu defa kendisine halife olarak halktan tekrar biat alınmasını istedi.
Aynı mevzuda bir mektup da yeni tayin ettiği Medine valisi olan Utbe’nin oğlu Velid’e gönderdi ve bir not da ilave edip babası döneminde kendisine biat etmeyi kabul etmeyen üç meşhur şahsiyetten de biat almasını önemle istedi. Bu üç kişi ise Hz. İmam Hüseyin, Ömer’in oğlu Abdullah ve Zübeyir’in oğlu Abdullah idi. Yezid, ayrıca şöyle bir uyarıda da bulunmuştu. Bu üç kişiden biat almak istediğin zaman onlara karşı sert davran, en ufak bir müsamaha gösterme ve biat etmedikleri sürece gözaltında bulundur, herhangi bir yere gitmelerine izin verme.
Utbe’nin oğlu Velid, Yezid’in mektubu kendisine ulaşır ulaşmaz gece olmasına rağmen, Muâviye’nin önceki valisi olan Hakem’in oğlu Mervan’ı yanına çağırtıp, Yezid’in mektubu hakkında onunla istişare etti. Mervan: “Muaviye’nin ölüm haberi şehirde yayılmadan önce bu üç kişiyi yanına çağır ve onlardan Yezid için kesinlikle biat al.” dedi. Velid, Mervan’ın bu önerisini uygun bulup, aynı gece bu üç kişiye memur göndererek huzuruna çağırttırdı. Bunun üzerine Hz. İmam Hüseyin, yakın dostlarına: “Velid gece vakti beni yanına çağırıyor; sizler de benimle beraber gelip kapının önünde bekleyin. Eğer içeride bir gürültü olursa, yani sesim yükselirse, içeriye girin” dedi. Daha sonra hep birlikte Velid’in yanına gittiler. İmam Hüseyin içeri yalnız girdi, diğerleri kapının önünde beklediler.
İmam Hüseyin, Velid’in makamına geldiğinde, tahmin ettiği gibi Muaviye ölmüştü ve halife olarak Yezid’e biat etmesi istendi. İmam Hüseyin Velid’e: “Benim gibi birisinin gizli olarak biat etmesi doğru değildir. Umarım ki sen de böyle gizli bir biata razı olmazsın. Bütün Medine halkını, biatlerini yenilemek için davet ettiğinde eğer biz de bu işi yapmaya karar alırsak, diğer Müslümanlarla birlikte biat ederiz.” Dedi.
Velid, Hz. Hüseyin’in bu cevabını yerinde bulup fazla ısrar etmek istemedi. Ancak, İmam Hüseyin, oradan ayrılmak üzereyken orada hazır bulunan Mervan, gizlice Velid’e: “Eğer gecenin bu saatinde Hüseyin’den biat alamazsan, daha sonra kan dökülmedikçe onu biata zorlayamazsın. Kesinlikle buradan ayrılmasına müsaade etme ve biat etmezse, Yezid’in emrettiği gibi boynunu vurdur.” diye uyardı.
İmam Hüseyin, Mervan’ın bu tutumunu görünce, ona hitap ederek: “Ey Zerka’nın oğlu sen mi beni öldüreceksin yoksa Velid mi? Yalan söyledin ve günah işledin” diyerek, sert bir dille Mervan’a uyarıda bulundu. Daha sonra da Velid’e dönerek: “Ey emir! Bizler nübüvvet hanedanı ve risalet madeni, meleklerin sık-sık hanemize uğradığı ve Allah’ın rahmetinin “kendilerine” indiği kimseleriz. Allahu Teâla İslam’ı bizimle, yani Hz. Muhammed sallallahu aleyhe ve selemle başlatmış, bizimle devam edecektir. Ama benden kendisine biat almak istediğin şahıs, yani Yezid, fasık biri elini suçsuz insanların kanına bulayan, ilahî düsturları ayaklar altına alan, alenen halkın gözü önünde fısk-u fücura başvuran bir şahıstır. Acaba benim gibi bir kimsenin böyle fasid birine biat etmesi doğru olur mu? Bu hususta biz ve siz geleceği nazara almalıyız; o zaman da hilafet ve biat makamına, hangimizin daha lâyık olduğunu göreceksiniz.” İmam Hüseyin Velid’in ümidini suya düşüren bu konuşmasından sonra oradan ayrıldı.

HZ. İMAM HÜSEYİN, HZ. MUHAMMED’İN KABRİ BAŞINDA
Hatib-i Harezmî’nin naklettiğine göre Hz. İmam Hüseyin, Velid’in meclisinden çıktı, aynı gece doğruca dedesi Resulallah’ın haremini ziyaret etti, kabrinin kenarında durup ceddine: “Selam olsun sana ey Allah’ın elçisi, ben senin yavrun ve kızın Fatıma’nın oğlu Hüseyin’im. Ben ümmetinin arasında onların hidayeti ve önderliği için halife kıldığın torununum. Ey Allah’ın Peygamber’i, şahit ol ki sana ümmet olduğunu edenler bana yardımda bulunmadılar, beni korumadılar. İşte bunlar, seninle yeniden görüşünceye dek var olan şikâyetlerimdir” dedi.
Hz. İmam Hüseyin, bir gece sonra, ikinci kez olarak dedesinin kabrini ziyaret edip, şöyle dua etti: “Allah’ım! Bu senin Peygamberi’nin kabridir, ben ise Peygamber’inin kızı Fatıma’nın oğluyum. Şu anda sana da malum olan bir olayla karşılaşmış bulunuyorum. Allah’ım! Ben iyiliği severim, kötülükten hoşlanmam. Ey celal ve ikram sahibi olan Allah’ım! Bu kabri ve içerisindeki yatan şahsın hürmeti hakkı için benim için, senin ve Peygamber’inin rızasına uygun olan yolu mukadder kıl.” dedikten sonra annesi Hz.Fâtıma’tüz Zehrâ’nın ve “Ehl-i Beyt’in” kabirlerini ziyaret edip, oradan ayrıldı.

KÛFELİLERİN HZ. HÜSEYİN’E YAZDIĞI MEKTUPLAR
Asr-ı Saadet dönemini yani Hz. Peygamber Efendimiz’in 23 yıllık hilafet dönemini gören insanlar, bu zulümden rahatsız oluyorlardı. Bir çıkış yolu arıyorlardı. Hz. Ali devrinde başşehir yapılan Kûfe şehrinin ahalisi de hemen hemen topluca imzalı mektuplar göndererek, Peygamber Efendimiz’in muazzez torunu Hz. Hüseyin’i, davet ettiler. O’nun halife olmasını istediler. Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmeyip Mekke’ye gideceğini haber alan Kûfeliler’den bilhassa Şebes b. Rib’î ve Süleyman b. Surad gibi bazı ileri gelenler, onu hilâfete getirmek için kendisine davet mektupları yazdılar. Ayrıca, Ebu Abdullah el Cedeli başkanlığında bir heyet gönderdiler. Kûfeliler, bu davetlerini yaparlarken, Yezid’i tanımadıklarını, Hz. Hüseyin’e halife olarak biat etmek istediklerini yazıyorlardı.

HZ. HÜSEYİN’İ KÜFELİLERİ MEKTUPLARINA CEVABI
Kûfe halkı, Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmekten kaçınıp Yezid, hükümetine karşı mücadele vermeye kalkıştığını öğrenmişlerdi. Bunun üzerine Hz. İmam Hüseyin’e çok sayıda mektup gönderdiler. Gönderilen mektuplarda şunlar yazılıydı: “Bilindiği gibi, Muaviye ölmüş ve Müslümanlar onun şerrinden kurtulmuştur. Bizi şaşkınlıktan kurtaracak bir İmam’a muhtacız. Şimdi biz Kûfe halkı olarak, bu şehirde Yezid’in valisi Numan b. Beşire karşı çıkıp, onunla her türlü ilişkiyi kesmiş bulunmaktayız. Hatta onun cemaatine bile katılmıyoruz. Sadece sizin gelmenizi bekliyoruz, elimizden gelen her yardımı sizin hedefiniz uğrunda esirgemeyeceğiz, sizin yolunuzda kendi canımız ve malımızdan da geçmeye hazırız.”
Bazı tarihçilerin naklettiğine göre, Kûfe halkından İmam Hüseyin’e gelen mektup sayısı 12.000 bini aşkındı. Hz. Hüseyin, bu mektuplara şöyle cevap verdi: “Bismillahirrahmanirrahim. Ali’nin oğlu Hüseyn’den Kûfe şehrinin ileri gelen mümin ve Müslümanlarına. Allah’a hamd, O’nun Peygamber’ine selam ve salattan sonra, siz Küfe halkının en son mektubu “Hani ve Saîd vesilesiyle” bana ulaştı. Çoğunuzun birleştiği tek nokta şundan ibaretti: “İmam ve önderimiz yoktur. Bize, yani şehrimiz Küfe’ye gel ki Allah-u Teâla senin vesilenle bizi Hakk’a ve doğru yola hidayet etsin. Sizin bu taleplerinizi gerçekleştirmek emeliyle, amcam oğlu ve ailem arasında herkesten fazla itimat ettiğim bir kimseyi, “Müslim bin Akiyl”i size gönderiyorum. Ona halinizi, düşüncelerinizi, görüşlerinizi yakından öğrenip neticeyi bana bildirmesini emrettim. Eğer Küfe halkının ekseriyetinin isteği ve aranızdaki akıl ve fazilet sahibi kimselerin görüşü de elçilerinizin samimiyetle anlattıkları ve mektuplarınızda okuduğum ve zikrettiğiniz gibi olursa, ben de inşallah, pek yakında hareket edeceğim.” İmam Hüseyin, mektubunu şu cümleyle sona erdirdi: “Allah’a yemin ederim ki gerçek İmam, Allah’ın kitabıyla amel eden, adalete sarılan, Hakk’a boyun eğen ve kendisini sadece Allah yoluna adayan bir kimsedir. Vesselam…”

HAZRETİ HÜSEYİN’İN VASİYETİ
Hz. İmam Hüseyin Medine’den ayrılmaya kesin olarak karar vermişti. Medine’den Mekke’ye hareket ettiği vakit, şu vasiyeti yazıp mühürleyerek kardeşi Muhammed Hanefiye’ye verdi: “Bismillahirrahmanirrahim. Bu Ali’nin oğlu Hüseyin’in kardeşi Muhammed Hanefiye’ye olan vasiyetidir. Hüseyin, şehadet ediyor ki, Allah’dan başka bir ilah yoktur. Muhammed, O’nun kulu ve elçisidir. Hak Dini “İslam”ı Allah’tan “bütün âlemlere” getirmiştir. Cennet ve cehennem haktır. Ben, makam, fesad ve zulüm için Medine’den ayrılmadım. Ben ceddimin ümmetini ıslah etmek, marufu emir, münkeri nehyetmek, ceddim Resulallah, babam Ali’nin yolunda gitmek için harekete geçtim. Benim bu kıyamım, yeniden diriliştir, yeniden ayağa kalkma ve yeni bir doğuştur. Ayrıca dedemin ve babamın bizlere emanet ettikleri İslam’ı gerçek hüviyetine kavuşturmaktır. Öyle ise kim bu gerçeği benden kabul ederse, yani bana itaat ederse, Allah’ın yolunu kabul etmiştir ve kim de bunu reddederse, yani bana itaat etmezse, Allah benimle bu kavmin arasında hükmedene kadar sabrederim. Kendi yolumu tutup giderim, Allah hükmedenlerin hayırlısıdır. Kardeşim! İşte bu benim sana olan vasiyetimdir. Muvaffakiyet Allah’tandır, O’na tevekkül ediyorum, dönüşüm de yine O’nadır.”

ÜMMÜ SELEME’NİN İMAM HÜSEYİN’DEN RİCASI
Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme, İmam Hüseyin’e: “Oğulcuğum, Irak’a, yani Küfe’ye gitmekle beni hüzünlere boğma; “Ey ana! Vallâhi ben bunu daha iyi biliyorum, çâre yok, öldürüleceğim; öldürüleceğim günü, beni kimin şehit edeceğini, nereye defnedileceğimi, Ehl-i Beyt’imden kimlerin şehit edileceklerini, hepsini biliyorum; istersen şehit edileceğim ve defn olunacağım yeri sana da göstereyim” buyurmuşlar ve Kerbelâ yönünü işaret etmişlerdi.

HZ. İMAM HÜSEYİN’İN MEKKE HALKINA YAPTIĞI KONUŞMA
Hz. İmâm Hüseyin, Medine’den ayrılıp, Miladi 680 yılı Şaban ayının 4. günü Mekke’ye vardı. Mekke’ye varınca, Hâşim oğullarıyla,“Ehl-i Beyt” dostlarını, toplayıp, onlara Emeviler’in uyguladığı zulümlerden bahsedip, şöyle seslendi: “Bugün ben size bâzı şeyler söylemek istiyorum. Sözlerim doğruysa gerçek olduğunu söyleyin, değilse yalanlayın. Sözlerimi duyun, yazın, yayın, sonra şehirlerinize boylarınıza dönünce, emin olduğunuz, inandığınız kişilere sözlerimi duyurun. Onları çağırın, çünkü ben, bu gerçeğin yıpranmasından, yitip gitmesinden korkuyorum. Amma: “Allah, kâfirler hoşlanmasa da nûrunu parlatır” dedi.
Hz. İmâm, bu hutbelerinde: “Zâlimlerin her tarafı tuttuğunu, Müslümanların onlara âdetâ kul-köle olduklarını, imansız kişilerin iş başına geçtiklerini, inananlara acımadıklarını, zayıflara şiddetle davrandıklarını, bütün bunlara karşı da Allah’ın kendilerine ululuk ihsân ettiği kişilerin sustuklarını, bu yüzden gazaba uğramaları ihtimâlinin pek kuvvetli olduğunu anlatmışlar” ve hutbenin sonunda: “Allah’ım! “Sen bilirsin ki bu sözlerim, hükmetmeye rağbetimden, mal-mülk elde etmeyi dilediğimden değil; ancak senin dîninin yollarını göstermek, şehirlerini mâmur bir hâle getirmek istediğimdendir. Böylece de mazlûm ve çâresiz kullarının esenliğe ulaşmalarını, emirlerini, hükümlerini yerine getirebilmelerini sağlamak istiyorum.” Ve sözlerini şöyle bitirmişlerdi: “Ey Mekkeliler! Ey Müslümanlar! Eğer sizler bize yardım etmezseniz, hakkımızda insâfa gelmezseniz, zâlimler, size musallat olurlar; Peygamber’imizin dîninin nûrunu söndürürler. “Allah bize yeter ve ona dayandık, ona yöneldik ve varıp gideceğimiz onun kapısıdır”mealindeki ayeti okudu”
Görülüyor ki Hz. İmâm Hüseyin, Muaviye’nin oğlu Yezid’e karşı direnmek ve karşı durmak üzere hazırlanmaktadır. Hz. İmâm Hüseyin ve Hâşim oğulları, biat etmemişlerdi; esâsen Hz.İmâm Hüseyin, Muâviye’ye de biat etmemiş ve Hz.İmâm Hasan, bu hususta ısrar etmemesini Muâviye’ye söylemiş, o da kabul etmişti.
30 Kasım 2011
5 Muharrem 1433
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(Altıncı gün)
HAZRETİ HÜSEYİN’İN BASRA HALKINA SÖYLEDİKLERİ
Tarihçi Taberi’nin naklettiğine göre Hz. İmam Hüseyn, Mekke’ye vardıktan sonra, Basra şehrindeki Malik b. Mesmei, Mes’ud b. Amr ve Münzir b. Carud gibi kabile reislerine, birer mektup yazdı. O mektupların meali şöyle idi: “Allah’a hamd, Peygamber’e salât ve selam olsun. Allah-u Teâlâ Muhammed’i, insanların arasından seçti. Peygamberliği O’na ikramda bulundu… İnsanları hidayete davet ettikten ve kendisine verileni halka ulaştırdıktan sonra, O’nun ruhunu aldı. Biz de O’nun ailesi, evliyası ve varisleri idik ve insanlar arasında O’nun makamına daha lâyık olan kişilerdik. Fakat iktidar ve dünya saltanatına tapmış olan bir grup, öne atılıp bu hakkı bizden aldılar. Bizim bu hakka, onlardan daha lâyık ve daha üstün olduğumuzu bildiğimiz halde, Müslümanların arasında fitne, ihtilaf ve ayrılık çıkmaması, düşmanın, onlara musallat olmaması için bu duruma karşı koymayıp, Müslümanların rahatını kendi makamımıza tercih ettik. Kendi elçimizi sizin tarafınıza gönderip sizi, Allah’ın kitabına ve Peygamber’in getirmiş olduğu İslami uygulamalara davet ediyorum. Zira Peygamber’in getirmiş olduğu İslami kurallar ortadan kaldırılmış, yerine bid’at getirilmiştir. Eğer sözümü kabul eder ve beni dinlerseniz, ben de sizi doğru yola hidayet ederim.”
Hz. İmam Hüseyin, bu mektubunda Basra halkının, İslam’a muhalif olan düzene karşı mücadelesi hususunda kendisine yardım etmeye davet etmenin yanı sıra Ehl-i Beyt’in makamını, İslam dininin tahrife uğradığını ve başlatmış olduğu bu hareketin asıl hedefini, ayrıntılı bir şekilde açıklamıştır.

HAZRETİ HÜSEYİN’İN MEKKE’DEKİ SON HUTBESİ
Hac mevsimi nedeniyle Müslümanlar, grup grup Mekke’ye geliyorlardı. Bu durumu bir fırsat olarak gören Yezid, İmam Hüseyin’i gafil avlayıp öldürmek için Amr İbni As’ı görevlendirmişti. Amr İbni As, sözde hac emiri, unvanı altında Mekke’ye gelmişti. İmam Hüseyin, bu komplodan haberdar olunca, Kutsal Kâbe’nin ve Mekke’nin korunması, kan dökülmemesi için hac merasimine katılmadan, hac görevini Umre’ye çevirip, Zilhicce ayının sekizinde günü Mekke’den Irak’a doğru hareket etti. Fakat hareket etmeden önce Beni Haşim ailesi ve Mekke’de ikamet ettiği müddet içerisinde, dostlarına ve kendisine katılan Ehl-i Beyt taraftarlarına şu hutbeyi irad ettiler: “Bütün hamdlar Allah’a mahsustur. Allah, neyi dilerse o olur. Kuvvet ve kudret ancak Allah’tandır. Allah’ın salât ve selamı O’nun Resulüne olsun.”
Hz. Hüseyin, daha sonra şöyle buyurdu: “Gerdanlık, kızların boynuna yakıştığı gibi, ölüm de insanoğluna yakışır. Yakup Peygamber’in Yusuf’u görmeyi arzu ettiği gibi ben de atalarımı görmeyi arzu ediyorum. Bana, varacağım bir katligah tayin edilmiştir. Allah’ın Levh-i Mahfuz’da yazılmış olduğu böyle bir günden kurtuluş yoktur. Allah’ın razı olduğu şeye, biz Ehl-i Beyt de razıyız. O’nun imtihanı karşısında sabır ve istikamet gösteriyoruz. O da sabredenlerin sevabını, bize verecektir. Resulallah’ın bedeninin parçası olan evlatlar, O’ndan hiçbir zaman ayrı düşmeyeceklerdir. Cennette de O’nun yanında olacaklardır.”

HZ. HÜSEYİN’İN KERBELA YOLUNDAKİ SÖZLERİ
Irak seferinden vazgeçmeyi, Hz. Hüseyn’e teklif eden kişilerden beşincisi Arapların meşhur şairi Ferezdak’tır. Hz. Hüseyin, Mekke’den Irak’a doğru hareket ettiği zaman, Ferazdak da hac farizasını eda edebilmek için Mekke’ye doğru geliyordu. Merhum şeyh Mufid, Ferazdak’ın kendisinden şöyle naklediyor: “Ben Hicri. 58. yılda annemle birlikte hac farizasını eda edebilmek için Mekke’ye gidiyordum. Harem’in yakınlarına vardığımda… Irak’a doğru giden Hz. Hüseyn’in kafilesi ile karşılaştım ve hemen huzuruna çıktım. Selam verip hâl hatır sorduktan sonra: “Ey Resulallah’ın torunu!… Hac farizasını eda etmeden Mekke’den böyle acele olarak çıkmanızın sebebi nedir?” diye sordum. Hz. Hüseyin: “Eğer acele etmeseydim beni yakalayacaklardı.” buyurdu.
Ferazdak, daha sonra şöyle devam ediyor:”… İmam bana: “Irak halkının, mevcut durumları nedir?” diye sordu. Ben de ona: “Durumu bilirkişiden sorup öğrenmek istiyorsunuz.
Biliniz ki “Halkın kalpleri sizinledir; ancak kılıçları aleyhinizedir.” Mukadderat Allah’ın elindedir, dilediği şekilde yapar.” dedim.
Hz. Hüseyin: “Doğru söyledin, mukadderat Allah’ın elindedir. Eğer kader dediğimiz olay, dilediğimiz şekilde olursa Allah’a nimetleri karşısında şükrederiz; şükretmek için yardım dilenen de O’dur. Eğer işlerimiz dilediğimiz şekilde gitmezse, yine de niyeti hak ve batını takva olan bir kimse, doğru yoldan çıkmamıştır.” İmam Hüseyin’in sözü tamamlandığında Ferezdak: “Evet, sözünüz doğrudur, önünüze hayır çıksın.” dedim ve daha sonra vedalaşıp ayrıldık.

HZ. HÜSEYİN’İN KÛFE HALKINA İKİNCİ MEKTUBU
Hz. Hüseyin, Küfe yolu üzerindeki “Hacir” adındaki konağa vardığında, Müslim b. Akil’e ve Kûfe halkına bir mektup yazdı ve ” Kasys b. Müsehher-i Saydavî” vasıtasıyla gönderdi. Mektubun mahiyeti şöyle idi: “Allah’a hamd, Peygambere salât ve selamdan sonra. Bize yardım etmek ve hakkımızı talep etmek için toplanmış olduğunuzu bildiren Müslim b. Akil’in mektubu bana ulaştı. Allahu Teâlâ’dan hepimize güzel ihsanda bulunmasını ve bu ittihada karşı da size en büyük sevapları lütufta bulunmasını niyaz ederim. Ben de Zilhicce ayının sekizi, salı günü Mekke’den ayrılıp size doğru hareket ettim. Elçim size ulaştığında, işlerinizi süratle düzene koyun. Ben de bu bir kaç gün içerisinde gelip size ulaşırım.”
HAZRETİ HÜSEYİN NİÇİN KÛFE’Yİ TERCİH ETTİ?
Eğer İmam Hüseyin, Kûfe halkının davetini önemsememiş olsaydı ve bu facia farklı bir şekilde gerçekleşseydi, o zaman Kûfe halkından yüz bin kişi “Hz. İmam Hüseyin, neden bize sığınmadı, eğer bize sığınsaydı, biz onun yanında olurduk ve onu korurduk” diyeceklerdi. Yine Hz. İmam Hüseyin, bunca mektup ve istekler karşısında, Irak ve Kûfe seferinden vazgeçseydi, makûl bir mazereti olur muydu? Eğer Kûfe halkı, “Biz Hz. Hüseyin’in yolunda can ve malımızdan geçmeye hazırdık” iddiasında bulunsalardı veya “Bize önderlikte bulunması için İmam Hüseyin’e rica ettik, fakat o bizim isteklerimize itina göstermedi” deselerdi İmam Hüseyin de onlara: “Ben sizin bana karşı vefasız olacağınızı bildiğim için isteklerinize olumlu cevap vermedim” demesi, ikna edici bir cevap olur muydu? Kûfe halkı, “Biz davetimizde samimiydik, sana karşı vefalı da kalacaktık” iddiasında bulunmazlar mıydı?
Başka bir ifadeyle, İmam Hüseyin, burada tarihin kavşak noktasında bulunuyordu. Öyle ki İmam Hüseyin, Kûfe halkının isteklerine olumlu cevap vermezse, tarihin karşısında mahkûm olacaktı. Tarih, şartların oldukça elverişli ve müsait olduğuna, ama İmam Hüseyin’in bu mühim fırsattan istifade etmediğine veya etmek istemediğine, ya da korku ve vahşet sebebiyle bu meseleden el çektiğine hükmedecekti.

“HZ. HÜSEYİN NEDEN KÛFE’Yİ SEÇTİ?” SORUSUNUN CEVABI
İmam Hüseyin niçin Kûfe’yi tercih etti sorusunun cevabı çok açık ve anlamlıdır. İmam Hüseyin, hem kendisini, hem ailesini hem de insani ve İslamî değerleri korumak amacıyla, Kûfelilerin yapmış oldukları daveti, çok samimi bulmamasına rağmen kabul etti. Yakınlarının Kûfe’ye gitmemesi hususundaki ısrarlarına rağmen, onun Kûfe’de ısrar etmesinin en önemli sebeplerinden birisi de daha sonra tarih önünde neden, niçin soruları karşısında zor durumda kalmaması idi. Bir taraftan da Medine ve Mekke’nin dışında kalmak ve buralarda bulunan İslamî ve insanî değerlere zarar gelmesini önlemekti. Yine İmam Hüseyin, Yezid’e biat etmeyip, bu yolu seçmekle hem Kûfelilerin istekleri doğrultusunda hareket etmiş oluyor; hem de Yezid’in gerçek yüzünü göstermiş oluyordu. Yargılamayı tarihe bırakıyordu ve öyle de olmuştur.
İmam Hüseyin, İslam ve insanlık uğruna kendisini, kendi arzularıyla dostlarını, ehlini-âyalini tehlikeye atmak zorunda kalmıştı. Bu hareketiyle İmam Hüseyin, süt emen çocuğuna kadar tüm yakınlarına kast edenleri ve Muhammed soyuna reva görülecek olan bu zulmü, bir-bir, safha-safha gözler önüne serip gösterecekti. Böylece Ümmeyye oğularının, sözde inanmış görünenlerin zulümlerini, tarihe kanlı bir sayfa olarak geçirecekti ve öyle de olmuştur.
İmam Hüseyin, dünya saltanatı ve zalimleri önünde eğilmeyerek, taşıdığı asil kanını, Allah yolunda akıttı ve zalimin önünde aman dilemeyerek; gelecek nesillere bir ibret dersi verdi. İmam Hüseyin: “Ölüm, utanca düşmekten yeğdir, utanç ise ateşe girmekten beterdir” diyerek, duygularını böyle dile getiriyordu.

İmam Hüseyin, bu asil davranışı ile dedesi Muhammed Mustafa’nın ve babası Aliyye’l- Murteza’nın yakmış oldukları meşalenin günümüze kadar hiç sönmeden gelmesini sağlamıştır. Kerbelâ olayı, bir hilâfet meselesi gibi görünse de, Kerbelâ olayı, aslında hayrın ve şerrin kavgasıdır; yani mazlumla zalimin kavgasıdır.

HAZRETİ ZEYNEB’İN OKUDUĞU ŞİİR
Hz. Hüseyin, Kûfe yolu üzerindeki “Hüzeymiye” ismindeki konağa vardı ve bir gün orada kalıp dinlendi. İşte bu konakta, Hz. Zeyneb, sabah erkenden kardeşinin huzuruna gelip: “Kardeşim, bu iki beyitlik şiir sanki gayıptan bana ilham oldu ve daha çok ıstırap ve üzüntüme yol açtı” dedi. Şiiri okudu:
Ey göz, yaşla dolup taş, ağla ağla durmadan.
Çünkü kim ağlayacak, şehidlere sonradan.
Ağla o kervana ki, takdir ile yürüyor.
Ahde vefa etmeye, ölüm onu sürüyor.

İmam Hüseyin, bacısı Zeyneb-i Kübra’nın bu anlamlı şiirine, tek bir kısa cümleyle iktifa etti:
1 Aralık 2011
6 Muharrem 1433
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(Yedinci gün)
MÜSLİM İBNİ AKIYL KÛFE’DE
Hiç şüphe yok ki vacibül-vücut olan Allah, o kulunu Hz. Eyüp gibi, belâlarla imtihan edip, cismini hastalıklara müptelâ eder veya malından mülkünden imtihan eder veya evlâtlarının acısı ile imtihan eder Ancak o vacibül-vücut olan Allah, o kimseyi, uğradığı tüm musibetlerde ona sabır verip ve o sabırla idrakini artıracak mertebeye eriştirir.
Ariflerden Hüseyin hallacı Mansur, bir gün Allah’a yalvarırken: “Ya İlahi! Gerçeğin hakkı için, belâlar hazinesinin kapılarını açıp, her ne belâ varsa, bana gönder ve beni bütün belâlarda imtihan et! Eğer muhabbet yolunda irademin yularını zerrece kaymış görürsen, beni sadıklar silsilesinden çıkarıp, reddedilmişlerin arasına kat! Eğer riyazet makası ile vücudumun âzasını birer birer kesip parçalasalar, irademe asla noksan ârız olmasın. Ve sana olan bağlılığım değişmesin!” diyerek dua ederdi.
Şu var ki, belâ, Hz. Peygamber’in evlatlarının ve ona uyanların yakınlığını kabul edenlere mahsustur. Belâ, nihayet, bu yüksek mertebeye erişenlerde istisnasını bulmuştur. Âdemoğullarına mensup olanlardan hiç biri, onlar kadar belâya sabretmemiş ve hiçbir ferde onlar kadar belâ erişmemiştir.
Hz. İmam Hüseyin, Kûfelilerden aldığı davet mektuplarının aslını öğrenmesi ve kendisini davet edenlerin samimiyetini öğrenmek için, yakın akrabası olan Müslim bin Akıyl’i görevlendirdi. Müslim bin Akıyl, Hazret-i İmam Hüseyin’e veda edip, Küfe’ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Biri sekiz yaşında, güzellikte âlemi aydınlatan güneşe benzeyen Muhammed, diğeri altı yaşında, taze yanakları, lâleyi andıran İbrahim adındaki iki evladını da yanına alarak önce Medine’ye oradan da ayrılıp, Kûfe’ye vardı. Müslim, Kûfe’de “Dar Muhtar” adında birinin evine yerleşti. Kûfe’nin eşraf ve âyanı akın akın gelip, Müslim’i ziyaret ediyor ve İmam Hüseyin’e bağlılıklarını bildiriyorlardı. Ancak Yezid, bu olanları öğrenir ve tedbir olarak Küfe Valisi Beşir oğlu Numan’ı azledip, yerine Basra hâkimi olan Ubeydullah bin Ziyad’ı göndermişti. İbni Ziyad, göreve başlar başlamaz, Müslim’in peşine düştü. Bunu öğrenen Müslim, derhal, kaldığı yerden ayrılıp, Hani bin Urve’nin evine yerleşti. Diğer taraftan İbni Ziyad, Mafdal isimli kölesine: “Ey Mafdal! Müslim, bu şehirde imiş, Müslim’in kaldığı yeri öğrenirsen, seni azat ederim, hatta türlü lütuflarımla seni murada kavuştururum” dedi. Mafdal, hiç vakit kaybetmeden araştırmağa başladı ve bir gün Küfe mescidinde birinin yanına yaklaşıp: “Ey temiz huylu mümin! Ben Hüseyin’e inanmış bir kimseyim. Ve bin akçayı Müslim’e verilmek üzere nezretmiştim ama kendisinin yerini bilemiyorum. Lütfet de onu bana göster!” dedi.
Temiz kalpli onun bu sözlerine kanmış ve Müslim’in kaldığı yere götürmüştü. Mafdal, Müslim’in elini öpüp, nezrini vermiş ve ayrıca bir Mushaf getirerek sadakattan ayrılmayacağına dair yemin dahi etti. Oradan ayrılınca, derhal İbni Ziyad’ın huzuruna çıkıp durumu anlattı. İbni Ziyad, haber göndererek Hani bin Urve’yi yanına çağırıp Müslim’i teslim etmesini istedi. Müslim’i teslim etmeyen Hani’yi de derhal öldürttü. Bu olanları duyan Müslim, derhal iki oğlunu güvenilir bir kadının evine gönderip, kendisi de savaşa hazırlandı. İbni Ziyad’ın askerleriyle Müslim arasında korkunç bir savaş başlamıştı. Müslim, şimşek süratiyle atı üstünde sağa-sola seyrederek bir eline sanki bir engerek yılanı, öteki eline yıldırımlar yağdıran bir ejderha almış gibi, her hamlede birçok nâmerde ölüm saçıyordu. Müslim’in etrafında hiç kimse kalmamıştı. Bu durumu yakından izleyen Sa’d bin Ahnef: “Ey benim efendim! Şehrin kapıları tutuldu, her yerde sizi arıyorlar. Benimle gelin” dedi ve Müslim’i alıp, Muhammed Kesir’in evine getirdi ve bu evde Müslim’i gizlediler. Ancak İbni Ziyad, bu haberi almış, Muhammed Kesir’i konağa çağırıp, Müslim’i teslim etmesini istedi. Muhammed Kesir, “ben Urve oğlu Hani değilim ki, hükmün bana geçsin” diye karşılık verdi. Tam o sırada Muhammed Kesir’in adamlarından bin kadar muharib, konağı bastılar. Bu durumdan korkan İbni Ziyad, Muhammed Kesir’in başını kestirerek konaktan dışarı attırdı. Bunu gören Kesir’in askerleri de darmadağın oldular. Tüm bu olanları öğrenen Müslim, viran bir mescite sığındı ve gece basıncaya kadar buradan ayrılmadı. Gece basınca mescitten çıktı, gizlenecek başka bir yer ararken kendisini bir kadının evinin önünde buldu ve kadından içmek için su istedi. Kadın, bir maşrapa su verdikten sonra: “Ey oğul! Burası bir kavgalı şehir olmuştur. Memleket fitne içinde kaynıyor. Evimin önünden uzaklaş ki, benim de başım belaya girmesin” dedi.
Bu sözler üzerine Müslim: “Ey iyi yürekli kadın! Sen Ehl-i Beyt’i sever misin?” diye sordu.
Kadın: “Ey oğul! Benim canım, Ehl-i Beyt yoluna feda olsun.”
Müslim: “Ey iyi yürekli kadın! Ey Ana! Ben de bir garip kişiyim, fakat Peygamber ve Ehl-i Beyt hanedanına mensubum. Beni evine alıp sığınmama müsaade etmekle sevaba girmek istemez misin?
Kadın: “Evet oğul alırım, sana kim derler?” diye sordu.
Müslim: “Ben Müslim Akıyl’im” dedi.
Kadın: “Sana kurban olayım oğul…” dedi.
Müslim, “Ey Ana! Beni bu cehennemden kurtar, bana yardım et. İki küçük evladımla geldim, nicedir onlar, nerededir onlar?” bilemiyorum.
Tav’a adında ve Ehl-i Beyt dostu olan bu kadın, Müslim’i evine alıp misafir eder. Müslim, yorgundur, acılar içerisinde kıvranır, günlerin yorgunluğu üzerindedir. Ancak Tav’a Ana’nın oğlu, geç vakit eve gelir, anasını çok mutlu ve neşeli görünce sebebini sorar.
Tav’a Ana; “Ey oğul! Bize ahret devleti teveccüh etti. Müslim Akıyl, evimizdedir. İnşallah, kıyamet günü, onun saadet sarayı, bizim sığınağımız olacaktır!..” diyerek mutlu oluşunun nedenini o bahtsız oğluna anlatıverdi.
O bahtsız nâmert, misafirin kim olduğunu öğrenince, sabahı zor eder ve hiç vakit kaybetmeden İbni Ziyad’a gider ve bir miktar dünyalık için, Müslim Akıyl’i ihbar eder. Sabah’ın aydınlığı, Müslim’e karanlık olmuştur, ev sarılmıştır. İbni Ziyad’ın askerleri: “Ey Müslim! Ev sarıldı, kurtuluşun yok, teslim ol” diye bağırırlar. Müslim, “Medet Ya Allah! Medet Ya Resulallah! Medet Ya Ali!” diye bağırır ve kapıya çıkar. Muhammed Eş’as komutasındaki üçyüz kişi, hep birden hücum ederler. Müslim, can havliyle savaşmaktadır, kılıç yaraları almıştır, bîtabdır. Hz. İmam Hüseyin’e haber götürememiştir, evlatları yoktur yanında. Müslim, tutunacak bir yer arar ve Bekir bin Hamran’ın evinin duvarına tutunur. Tam o sırada Bekir bin Hamran, kapıyı açıp dışarı çıktı ve bir kılıç darbıyla Müslim’in mübarek dudağını parçaladı. Müslim de bir hamlede bu haramzadeyi canından etti. Tekrar evin duvarına tutundu, susuzluğu son haddindeydi. Müslim: “Ne olur bir tas su verin” diye mırıldandı. Ancak, o merhametsiz kavimden hiç kimse bu ricaya kulak asmadı. Tam o sırada bir haramzade, gelip bir kargı darbesiyle Müslim’i, yüz üstüne yıktı. Tam kalkmaya çalışırken, arkasından bir mızrak sokarlar, sırtından. Medet hey Allah’ım medet! Müslim, kendinden geçmiştir. Hey Allah’tan korkmazlar, kuldan utanmazlar!..
Ne merhametin vardır ne de insafın
Vurma zalim vurma, Müslim Akıyl’e
Haram süt emmişsin bozuktur kanın
Vurma zalim vurma Müslim Akıyl’e

Bilir misin erkân nedir yol nedir?
Bilir misin Mevlâ nedir, kul nedir?
Bilir misin garip nedir kâl nedir?
Vurma zalim vurma Müslim Akıyl’e

İnsafsız elinden usandım bezdim
Görmedim sen gibi çok diyar gezdim
Suçu olsa idi hiç gam yemezdim
Vurma zalim vurma Müslim Akıyl’e

Müslim’in lime lime olan vücudunu bir katıra yükleyerek İbni Ziyad’ın huzuruna getirdiler. İbni Ziyad Müslim’e: “Ya Müslim! Gayen nedir, niçin halkı Yezid’e karşı gelmeye zorluyorsun?” diye sorar.
Müslim: “Ben hiç kimseyi, kimsenin aleyhine kışkırtmadım. Sadece Ehl-i Beyt’in hak ve hayatını korumak istedim” diye cevap verdi.
İbni Ziyad: “Herhangi bir isteğin var mı?” diye sordu.
Müslim: “Evet var, bir kişiyi görevlendir ki, beni dinlesin, Kureyş kabilesine birkaç vasiyetim var!” dedi. İbni Ziyad, bu teklifi kabul eder ve Ömer bin Sa’da, vasiyeti dinlemesi için emir verdi.
Müslim: “Ey Ömer! Sana üç vasiyetim var:
1- Şehirde 700 dirhem borcum var, atım, Numan Hacib’dedir. Bu atı satıp borcumu ödeyin.
2- Ehl-i Beyt uğrunda feda edeceğim canımı, şu kanlı vücudumu, ayaklar altında koymayın, gömün.
3- İmam Hüseyin’e benim sonumu bildirin. Bu gurbet diyarında kimsesiz kalan iki küçük yavruma sahip çıkın. Müslim, sözlerini zor bitirir, dolu dolu olur. Aldığı yaralar, ızdırab verir, can çekişmektedir. Kapıya çıkarırlar, tam başını kesecekken, celladın eli havada kalır.
Müslim: “Ne duruyorsun” der.
Cellat: “Hayır yapamayacağım” der. Bir başka cellat gelir, o da aynı kişiyi görür ve korkudan ödü patlayıp ölür. Bir üçüncü kişi gelip Müslim’in başını keser ve şehit eder!..

MÜSLİM AKİYL’İN ÇOCUKLARI
Bilindiği gibi Ubeydullah bin Ziyad, Müslim Akıyl’in Şahadetinden sonra, hiç vakit kaybetmeden Müslim’in çocuklarının peşine düşmüştü. Çünkü gammazlar, İbni Ziyada gidip, Müslim’in çocuklarının da bu şehirde olduğunu söylemişlerdi. İbni Ziyad da tellallar çıkartarak Müslim’in evlatlarını, görenler, bilenler, yakalayıp getirsinler veya haber versinler. Kim ki, bildiği halde söylemezse; idam edileceklerini ilân ettirdi.
Müslim’in çocukları, Süreyh Kadı adında birinin evinde saklanıyorlardı. Ehl-i Beyt dostu olan Süreyh Kadı, ilk olarak bakılacak evin kendi evi olduğunu biliyordu ve bundan dolayı da çocukları evinde bırakamazdı. Süreyh Kadı: “Ey mazlumlar! Ubeydullah bin Ziyad, her yerde sizi arıyor, ilk bakacakları yer ise benim evimdir. Kalkacak ilk kervanla sizi Medine taraflarına göndereyim” diyerek çocukları ikna etti. Esad adındaki oğluna: “Ey oğul! İşittim ki Irak kapılarında bir kervan toplanmış. Medine seferine çıkmak üzere imişler, bu iki inci tanesini alıp kervana götür ve emniyetli birisine teslim et. Medine’ye varınca da akrabalarından birisine teslim etsinler” diye tembih etti.
Esad, çocukları alıp yola çıktı. Fakat vakit gece ve ortalık henüz karanlıktı. Onlar varmadan, kervan yola çıkmış, yalnız kumlar üzerinde kervanın izleri görünüyordu. Esad çocuklara: “Ben sabaha kadar burada kalırsam benden şüphe ederler. İzleri görüyorsunuz çok taze, belli ki, yeni gitmişler, siz izleri takip ederek kervana yetişin!” dedi ve oradan ayrıldı. Bir müddet sonra çocuklar, yolu ve izleri kaybettiler. Bu sırada çocukları gören bekçiler, derhal yakalayıp, İbni Ziyad’ın yanına götürdüler.
İbni Ziyad, çocukları zindana attırıp, durumu Yezid’e bildirdi. Ancak, Meşkür adındaki zindancı, iyi bir Müslümandı. Çocuklara bir zarar gelmesinden korkarak: “Ey şehzadeler, size bir zarar gelmesini istemem!” diyerek, gece yarısı kendilerini zindandan çıkardı ve şehrin dışına kadar çıkarıp: “Şu yüzüğü alın ve şu yolu takip edin. Bu yol sizi doğruca Kadisiye şehrine götürür. Benim kardeşim oranın hâkimidir. Bu yüzüğü nişan olarak ona verin. O sizi Medine’ye gönderir” dedi ve geri döndü. Bir müddet sonra çocuklar, yine aynı yere geldiler. Çocukları gören bir cariye, kim olduklarını sordu.
Şehzadeler: “Biz garip birer yetimiz” diye cevap verdiler.
Cariye: “Kimin oğullarısınız?” Çocuklar, ağlamağa başlayınca zeki kadın, onların kim olduklarını anlar: “Siz Müslim’in çocukları mısınız!” dedi.
Çocuklar: “Evet! Biz o mihnete uğramış kişileriz” dediler.
Cariye: “Evlatlarım! Hiç korkmayınız. Benim iyi huylu bir kızım var” diyerek, çocukları alıp, kızına götürdü.
Diğer taraftan, İbni Ziyad, çocukların salıverildiğini öğrenince, zindancıyı çağırıp: “Müslim’in oğullarını ne yaptın?” diye sorar.
Zindancı Meşkür: “Onları salıverdim” dedi
Ubeydullah: “Benden korkmadın mı?”
Meşkür: “Ey gaddar ve zalim adam! Allah korkusu, senden gelecek korkudan fazladır. Tutalım ki Müslim, döğüşmenin usullerini bilen bir muharipti. Onu, kendisinden korktuğun için öldürdün! Fakat bu iki masum, sana ne yaptı?” deyince; Ubeydullah cellada: “Şu herife işkence ile yüz kamçı vurun ve ondan sonra öldürün” emrini verdi.
Bu sırada çocukları evinde saklayan kadının kocası Haris, çocukları görmüş ve: “Siz kimsiniz?” diye sordu. Çocuklar, onu dost sanıp: “Biz Müslim’in oğullarıyız” dediler. Gözü dönmüş olan Haris, çocukları, saçlarından birbirine bağlıyarak odaya kilitledi. Sabah olunca da öldürecekti. Karısı, ne kadar yalvardı ise de söz dinletemedi, çocukları serbest bırakması için yalvardılar. Ancak Haris, daha da öfkelenerek kölesine: “Derhal bu çocukları öldür” diye emir verdi. Bunu kabul etmeyen köle, Haris’e saldırdı. Kavga sonunda, adamın oğlu da araya girdi. Sonunda hem kölesini, hem de oğlunu öldürdü, karısını da ağır yaraladı. Nihayet sıra çocuklara gelmişti. Kurtuluş olmadığını gören şehzadeler: “Ne olur önce beni öldür, kardeşimin sonunu görmeyeyim” diye yalvardılar. Ancak o haramzade, önce Muhammed’in başını bedeninden ayırıp, cesedini Fırat nehrine attı. Daha sonra da İbrahim’in başını gövdesinden ayırarak, temiz bedenini kardeşinin yanına fırlattı. Haris, bu vahşetin arkasından, çocukların başlarını alıp, Ubeydullah’ın huzuruna çıktı.
Ubeydullah: “Ey Haris! Bunlar nedir?” diye sordu.
O, Melun: “Bunlar, Müslim’in oğullarının başlarıdır!” dedi. İbni Ziyad, onların gül yanaklarına ve kokulu kâküllerine baktı ve: “Bu çocukları niçin öldürdün?” diye sordu.
Haris: “Senin ihsanına ve iltifatına nail olmak ümidiyle öldürdüm!” diye cevap verdi.
İbni Ziyad: “Ey melun! Ben Yezid’e yazdığım mektupta, bunların hapiste olduklarını bildirdim. Niçin alıp bana getirmedin?
Haris: “Halkın linç etmesinden korktum” dedi. İbni Ziyad, Ehl-i Beyt dostu olduğunu bildiği Mekatil adındaki bir kişiyi yanına çağırdı: Ey Mekatil! Bu bedbaht, Müslim’in çocuklarını öldürdü, bunu çocukları öldürdüğü yere götürüp cezasını ver ve çocukların başlarını da mümkünse bedenleriyle birleştir” dedi.
Mekatil olay yerine geldiğinde, iki ölü ve bir ağır yaralı kadını görünce, feryat etmeye başladı. Bu dehşet içerisinde elindeki başları suya bıraktı. Rivayet ederler ki, bu başlar, suya düşünce; her baş kendi cesediyle birleşti ve daha sonra da iki kardeş birbirine sarılarak suya battılar. Mekatil, bu olanlara hayret edip bakakaldı. Daha sonra da o melunun, elini ayaklarını kesip, gözlerini çıkardıktan sonra, başını da gövdesinden ayırıp, suya bıraktı. Daha sonra da köle ile çocuğun cesetlerini defnettirdi.

HAZRETİ HÜSEYİN ŞÜKUK KONAĞINDA
Hz. Hüseyin, Kûfe bölgesine doğru ilerlerken her gün Kûfe ve Irak halkından olan çeşitli insanlarla karşılaşıyordu. Sa’lebiyye konağını arkasında bırakıp “Şükuk” ismindeki diğer bir konağa vardığında Kûfe’den gelen bir kişiyle karşılaşır, o adamdan Kûfe’nin durumunu ve oradaki insanların ne fikirde olduklarını sorar, o adam da; “Ey Resulallah’ın torunu! Irak halkı sana karşı muhalefet etmek ve savaşmak için birbiriyle birleşip anlaşmışlardır” diye cevap verdi.
İmam Hüseyin, o adamın sözüne karşılık: “İşler Allah’a mahsustur, yani olaylar O’nun emriyle vuku bulur. Dilediği ve salah gördüğü şeyi yapar. Allah-u Teâlâ, her gün bir iştedir, yani O’nun her zaman için özel bir iradesi vardır” diye cevap verdi.

HZ. HÜSEYİN MÜSLİM’İN ŞEHADET HABERİNİ ALIYOR
Hz. Hüseyin’in kafilesi “Şükuk” konağından sonra “Zübale” konağına vardı. Bu konakta, Kûfe’deki taraftarlarından eline ulaşan bir mektup vasıtasıyla Müslim, Hanî ve Abdullah ibn-i Yektur’un hayatlarını kaybettiklerini, resmen öğrenmiş bulunuyordu. Bu gelen haber üzerine Hz. İmâm Hüseyin’e, Kûfe’ye gitmeyelim diyenler oldu. Bu arada Müslim Akiyl’in çocukları: “Yâ İmâm! Kûfelilerden Müslim’in kanını almayınca bizim dönmemiz mümkün değildir! Hiç kimse gitmezse bile bari biz gidelim, ya intikam alırız, ya şahâdete erişiriz” dediler.
Hz. Hüseyin, dostlarının arasında, mektubu elinde tuttuğu halde: “Bismillahirrahmanirrahim. Allah’a hamd, Peygambere salât ve selam olsun. Bize üzücü bir haber ulaşmıştır. Bu üzücü haber Müslim ibn-i Akil, Hanî ibn-i Urve ve Abdullah ibn-i Yektur’un hayatlarını kaybettikleri haberleridir. Taraftarlarımız, bize yardım etmekten vazgeçmişlerdir. Sizden geri dönmek isteyenler geri dönebilir. Bundan dolayı, benim üzerinizde hiçbir hakkım yoktur” diyerek, onları kendi iradelerine bırakır.
Tarihçi Taberi, Hz. Hüseyn’in bu teklifi hususunda şöyle diyor: Hz. Hüseyin, yol esnasında O’nun kervanına katılan kimselerin ne ümitle katıldıklarını, çok iyi biliyordu. Onlar, İmam Hüseyin’in, halkı ona uyan ve emirlerini kabul eden bir şehre gittiğini düşünüyorlardı.
İşte bundan dolayıdır ki, İmam Hüseyin, bu yolculuğun sonunun ne olduğunu ve elçi olarak gönderdiği Müslim Akiyl’in ve ona yardım eden dostlarının akıbetini, onlara açıklamıştı. Böylece bu yolculuğun sonunun ne olduğunu bilmeden onunla beraber buraya kadar gelen bu kimselerin bu seferden vazgeçmelerini istiyordu.
Hz. Hüseyin’in yaptığı bu açıklamalardan sonra kendisiyle birlikte gelen toplum, grup-grup sağa sola dağıldılar. Sonunda Hz. Hüseyin, Medine’den beri kendisiyle birlikte gelen yakın dostlarıyla yalnız kaldı.”

HAZRETİ HÜSEYİN AKABE VADİSİNDE
Hz. Hüseyin’in kafilesi, “Zübale” konağından hareket ettikten sonra “Akabe vadisi” ismindeki diğer bir konağa vardı. İbn-i Kuleveyh’in İmam Sadık’dan naklettiğine göre İmam Hüseyin, bu konakta iken gördüğü bir rüyayı ashabına ve dostlarına şöyle nakletti: “Rüyamda kendimi, maktül görüyorum, yani beni öldürecekler. Çünkü rüyamda birkaç köpeğin bana saldırıp ısırdığını gördüm, onların en çok saldıranı ve kötüsü ise alaca renkli olanıydı.”

HAZRETİ HÜSEYİN ŞERAF KONAĞINDA
Hür İbni Riyahi, üç gündür çöllerdeydi, Yezid’in görevlendirdiği askeri müfrezenin komutanıydı. Akşama doğru, çölün sakin ve tenha ufuklarında Ehl-i Beyt kervanını görmüşlerdi. İmam Hüseyin’in kervanı, gelip bir kuyunun başında konakladılar. Hür, kervana doğru ilerledi ve İmam Hüseyin ile karşılaştı.
İmam Hüseyin: “Ben Resûlü Ekrem’in torunu, İmam Ali’nin oğlu İmam Hüseyin’im, ya sen kimsin?” diye sordu.
Hür ibni Riyahi: “Ya İmam! Ben Hür bin Riyahi’yim” diye cevap verdi. İmam Hüseyin: “Ya Hür! Bana yardıma mı geldin? Yoksa benimle çarpışmağa mı?” diye sordu.
Hür: “Ya İmam! Übeydullah bin Ziyad tarafından senin yanında bulunmağa ve senin Küfe’den bir başka yere gitmene müsaade etmemeğe memurum ve yarın sabah seni Küfe’ye götüreceğim” dedi.
İmam Hüseyin, Hür’e: “Ey Hür! Biz ne yaptık ki, bu zulüm bize reva görülür? Siz ki Küfe halkısınız, bana pek çok mektuplar gönderip, muhabbetinizi arzedip, “Uyacak bir İmamımız yoktur” diye benim burada bulunmama lüzum gösterdiniz, hâlâ bu kararda iseniz, ben üzerime düşeni yaptım. Siz de kendinize düşeni yerine getirin” dedi.
O vakit Hür: “Ey Ali oğlu Hüseyin! Benim bu bahsettiğin mektuplardan haberim yoktur” dedi.
Bu arada Küfe tarafından altı atlı gelip Hür’e bir mektup verdiler. Mektup, Übeydullah bin Ziyad’dan geliyordu ve mektupta: “Ey Hür! İmam Hüseyin’e hangi konak yerinde erişirsen, derhal kendisiyle görüş ve onu bu taraflara getir” deniyordu.
Hür, mektubu İmam Hüseyin’e okuduktan sonra, gözlerini tek tek bu mazlum ve perişan ailenin üzerinde gezdirip, mahzunlaştı. Daha sonra: “Ne yapmamı istersiniz?” dedi.
İmam Hüseyin: “İzin ver gideyim” dedi.
O vakit Hür: “Ey Haşimi Peygamberi’nin can varlığı! Ben şu dakikada nasıl hareket edeyim? Eğer seni serbest bıraksam Übeydullah bin Ziyad’dan korkarım. Seni yakalayıp götürsem, Allah’tan korkarım. Fakat Allah korkusu, Ziyad’ın korkusundan üstündür” dedikten sonra şu teklifi getirdi: “Ben derim ki, harem kadınlarını askerlerden uzaklaştırma bahanesiyle, sizin kafileniz, bizim ordumuzdan biraz uzaklaşsınlar. Gece karanlığı basınca da ne tarafa gitmeyi isterseniz, gidersiniz” dedi.
Bu sırada dörtnala bir atlı yaklaşıp, Hür’e bir mektup uzattı. Hür, mektubu okudu. Mektup İbni Ziyad’tan geliyordu. İbni Ziyad, onu görevden almıştı, Hür çaresizdi. Hz. İmam Hüseyin, hikmetin sırlarını açığa çıkarmak için, Hür’un yaptığı teklifi uygun bulup, bulundukları yerden bir miktar uzaklaştılar. Askerlerin derin uykuya daldıkları bir saatte de Mekke’ye doğru yola koyuldular. Bütün gece yol aldılar, sonra bir durakta durdular. Daha ileri gidemediler. Hz. İmâm Hüseyin, bindiği atı kamçıladı ve atı hareket ettirmek istedi ise de at hareket etmedi.
Hz. İmâm Hüseyin: “Ey bu menzilleri ve konakları bilenler, bu menzil neresidir, biliyor musunuz?” diye sordu.
Oradakiler: “Burası Mariye mevkidir!” dediler.
Hz. İmam Hüseyin: “Buranın belki başka bir adı da olacak!” dedi. Oradakiler: “Bir adı da Kerbela”dır, dediler.
Hz. İmâm Hüseyin: “Allahuekber!” dedi. “Burası Kerb ve Belâ, yani Hüzün ve Belâ yeridir!” dedi.
Bu adı duyunca Hz.İmâm Hüseyin’in gözleri yaşardı: “Allah’ım” dedi. “Kerbden ve belâdan sana sığınırım; burası ineceğimiz yer; kanımızın döküleceği yer; kabirlerimizin bulanacağı yer. Bunu bana ceddim Resulallah haber vermişti” dedikten sonra Zül-Cenah adlı atından yere indiler. Hz. İmâm, ayaklarını yere basınca o topraktan bir toz kalkıp, mübârek yüzlerine kondu.
2 Aralık 2011
7 Muharrem 1433
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(Sekizinci gün)
HAZRETİ İMAM HÜSEYİN KERBELA’DA
Hz. İmâm Hüseyin, Kerbelâ’ya Hicret’in 58. yılının Muharrem ayının ikinci günü indiler ve çadırlarını kurdular. Sonra yanındakileri topladılar; yaşlı gözlerle onları bir zaman seyrettikten sonra: “Allah’ım! Biz senin Peygamber’inin yakınlarıyız; yurdumuzdan sürdüler, çıkardılar bizi. Ceddimizin hareminde kalmamıza müsâade etmediler. Ümeyye oğulları zulmettiler bize; sen zâlim kavme karşı yardım et bize.”
Hz. İmâm Hüseyin: “İnsanlar dünyaya kul oldular; din, yalnız ağızlarında kaldı. Geçimleri iyi düzendeyse, dinden söz ediyorlar, ama bir belâya uğradılar mı bundan da vazgeçiyorlar. İçilmiş kabın içinde kalan su, sömürülmüş yayladaki ot kadar değersiz bir hale geldi dünya. Görmez misiniz? Gerçeğe uyan, işe koyulan yok; fakat bâtıla koşan çok. Allah’a inanan, bu hali görünce bir an evvel Allah’a kavuşmak ister; ben ölümü, bir kutluluk olarak görüyorum; zâlimlerle yaşamayı ise bir zillet saymaktayım.”
Söz buraya gelince Züheyr kalkıp: “Ey Resulallah’ın oğlu” dedi; “Sözlerini duyduk; dünya ebedî olsa, biz de ölümsüz olsak, yine de seninle geçip gitmeyi orada oturup kalmaktan üstün biliriz.”

HAZRETİ HÜSEYİN’İN IRAKLILARA GÖNDERDİĞİ MEKTUP
Böylece, Hz.İmâm Hüseyin, o kan içici çölde, o elemli sahrada Kerbelâ’da konaklayıp oturdu. Burada, Irak ileri gelenlerine bir mektup yazıp Kays ile gönderdi. Mektupta Hz. İmâm şöyle diyordu: “Ey uzakta olduğu halde bize sadakat gösteren ve samimi duygularını bildirenler! Ey candan ve yürekten sadakat mektupları yollayan mücâhidler! Sizin mektuplarınızdaki satırların yazıları, irademizi bu yönlere çekti.
Şu anda Kerbelâ çölündeki belâ yerinde ve Arap Irak’ında çadırlarımızı kurmuş bulunuyoruz. Şimdi ettiğiniz yemine vefâ gösterme sırası sizde. Yine mübarek ayak basışımızın saâdetini gânimet bilerek, bize uyup, can akçesini saçmak için koşma sırası sizde. İkbâl kıblesi ve ülkü yolu olan dergâhımıza, yüz tutunuz. Ãhiret saâdetinin dünya devletinden önde olduğunu mutlaka biliniz. Gerçekten bu müjde size hidâyet yolunun hediyesidir. Bu söylediklerimi sakın bir yardım dilemek olarak düşünmeyin. Çünkü dünya saltanatı, gelip geçicidir. Onu minnet ile ele geçirmeğe ve zilletle bırakıp gitmeğe değmez!”
Hz. İmâm’ın mektubunu, Küfe şehrinde Süleyman Huzaî’ye vermek ve cevabını almak maksadıyla Kays yola çıktı. Fakat, Küfe’ye varmadan Ubeydullah’ın askerleri Kays’ı yakaladılar ve Ubeydullah’ın huzuruna getirdiler. Kays, Ubeydullah ile karşılaşınca ilk işi olarak mektubu çıkarıp, okunmayacak bir şekilde yırtmak oldu.
Ubeydullah, Kays’a: “Mektubu neden yırttın?” dedi.
Kays: “Dost sırrını düşmandan gizlemek gerek!” diye cevap verdi.
Ubeydullah: “Ey Kays! Eğer benim seni öldürmemden kurtulmak dilersen iki işten birisini seç; Ya mektuptaki isimleri bana bildir. Ya da minbere çık, Hüseyin’e ve ona uyanlara söv- say, beni ve Yezid’i öv!” dedi.
Kays: “Ey Ziyad’ın oğlu! Benim için mektubu açığa vurmak mümkün değildir. Ama minbere çıkabilirim. Emredin halk toplansın!” dedi.
Halk toplanınca, Kays minbere çıktı. Allah’a hamd ü senâ, Hz. Resule ve soyuna salât-ü selâmdan sonra topluluğa hitab ederek; “Ey Küfe halkı! Ben Hüseyin’in elçisiyim. Onun Küfe şehrini şereflendirmeğe geldiğini size bildirmeğe geldim!” dedi. Ve mektubun içinde yazılanları, başından sonuna kadar bildirdi. Yezîd ile İbn-i Ziyad’a lânetler ve nefretler savurdu. Hz.İmâm Hüseyin ile ona uyanları övdü. Bu hareketinden sonra Ubeydullah, çok kızdı ve henüz minberde iken onu şehit ettirdi.

UBEYDULLAH İBNİ ZİYAD’IN HZ. HÜSEYİN’E YAZDIĞI MEKTUP
Ubeydullah, Hz. İmâm Hüseyin’in Kerbelâ’ya geldiğini öğrenince ona bir mektup yolladı. Mektup şöyleydi; “Ey Hüseyin! Yezid bana mektuplar göndererek, şunları bildirdi: “Ali oğlu Hüseyin, o taraflara geldiğinde, bana biat edeceğine dair kendisinden söz almadıkça hakkında bir karar verme. Eğer teklifini kabul etmezse hiç düşünmeden derhal onu öldür!” Şimdi sana nasihat ediyorum. Kendine acı! Yezîd’e biat etmeyi kabul et. Eğer kabul etmezsen savaşa hazır ol!” diyordu.
Hz. İmâm Hüseyin, Hubeydullah’ın mektubunu okuyup, içindekileri öğrenince: “Ne talihsiz bedbaht bir kavim ki; dünyevi nimetleri, “Yaratan Allah”ın gazâbınan üstün tutup, ümmetiyiz!” dedikleri Peygamber’in evlâdını helâk ederek, Yezîd’in gözüne girmeye çalışırlar” dedi. Ubeydullah’ın mektubunu getiren adam: “Yâ Hüseyin! Bu mektuba cevabın nedir?” diye sordu. Hz.İmâm Hüseyin: “Benim ona verecek cevabım yoktur. O, muhakkak azâbı hak etti” diyerek, mektubu yere attı. Mektubu getiren adam, Ubeydullah’ın yanına dönünce Hz. İmâm Hüseyin’in sözlerini, kendisine aktardı. Bunun üzerine Ubeydullah İbn-i Ziyad, orada bulunan meclistekilere döndü ve “Ey Şam ve Küfe’nin ileri gelenleri; içinizde her kim ki Hüseyin ilesavaşıp, onu bana getirirse, kendisine koca bir Vilâyeti vereceğim” dedi.

SA’D İBNİ VAKKAS’IN OĞLU ÖMER HZ. HÜSEYİN’E KARŞI
Ubeydullah’ın bu teklife hiç kimse sesini çıkartmadı. Ubeydullah, kimseden cevap alamaynca, en sonunda; kendisinden çoktandır Rey vâliliğini isteyen Sa’d oğlu Ömer’i, Hz. İmâm Hüseyin ile savaşacak orduya kumandan tayin etti. Ömer’e: “Emrine vereceğim kuvvetle, Kerbelâ’ya gidip Ali’nin oğlu Hüseyin’e, Yezîd’e biat etmesini teklif edeceksin. Kabul etmezse onun ve ona tâbi olanların başlarını kesip bana getireceksin. Bu önemli hizmeti yapmakla, yükselme yolunu bulacaksın.”
Bu sözler üzerine Ömer ayağa kalktı: “Ey Ziyad oğlu! Bu çok önemli bir meseledir. Düşünmek için zamana ihtiyacım var. İzin verin evime gideyim, düşüneyim; oğullarımla müşâvere edeyim, ondan sonra cevap veririm” dedi. Ubeydullah İbn-i Ziyad, onun bu isteğini kabul etti. Ömer evine gelince oğullarını çağırttı ve durumu onlara anlattı. Bunun üzerine büyük oğlu şu cevabı verdi: “Ey baba! Bu ne cahilce sözdür? Bu ne gaflettir. Üzerine gideceğin şahsın Peygamber’in göz bebeği, Fâtıma’nın ciğerparesi olduğunu bilmiyor musun? Elbette bilirsin. Bile bile bu büyük vebâli yükleniyorsun. Senin baban Sa’d İbn-i Vakkas, hayatını Resulallah ve Hz. Ali’nin uğrunda harcamadı mı? Sen ise Resulallah’ın evlâdı üzerine gidiyorsun ve Resulallah’ın göz bebeği ile harp etmek istiyorsun. Ali’nin oğlu Hüseyin’i buraya davet edenler arasında sen de yok mu idin? Ona üst üste üç tane mektup yazmadın mı? Şimdi ise dünya nimetleri için böyle bir zâtın üzerine gidiyorsun. Ve âdetâ Peygamber’in kanını dökmek istiyorsun. Eğer böyle bir şey yapacak olursan bunun lâneti kıyamete kadar senin ve soyunun üzerinde kalacaktır” diyerek, babasını bu işten vazgeçirmek istedi.
Ömer, büyük oğlunun sözlerinden hoşlanmadı, hatta ona kızdı. Daha sonra harîs bir genç olan küçük oğluna döndü. Küçük oğlu: “Ey baba! Gerçi ağabeyimin sözleri doğrudur. Fakat onlar ilerde, gaibte olacak işlerdir. Hâlbuki Ubeydullah’ın ihsânı hazır ve önündedir. Elde hazır olan nimet, elbette ki, meçhul bir nimete tercih edilmelidir. Akıllı olan böyle bir nimeti tepmez” diyerek, babasına destek verdi. Bu sözler üzerine Sa’d oğlu Ömer, kendisi gibi düşünen küçük oğlunun sözlerini kabul etti. Çünkü mal ve hükmetme hırsı, gözünü bürümüştü. Ömer, Ubeydullah’ın yanına giderek teklifi kabul ettiğini bildirdi. Ubeydullah, hiç vakit kaybetmeden onun emrine beş bin kişilik bir kuvvet vererek, onu İmâm Hüseyin’in üzerine gönderdi.
Ömer’in Kerbelâ’ya gelişi, Muharrem ayının 6. günüydü. Ömer, Kerbelâ’ya gelince, İmam Hüseyin’e bir elçi göndererek, buraya geliş nedenini öğrenmek istedi.

HZ. İMAM HÜSEYİN’İN SA’D OĞLU ÖMER’E CEVAB
Hz. İmâm Hüseyin Sa’d oğlu Ömer’e şu cevabı verdi; “Benim buralara gelmemin sebebi; bana arka arkaya göndermiş olduğunuz mektuplar ve davetlerinizdir, tıarafınızdan gösterilen istektir. Bana üst üste mektuplar yazarak ve heyetler göndererek beni ısrarla çağırdınız. Ben de bu davetlerinizi kabul ederek; sizi dalâlet yolundan kurtarıp hidâyet yoluna sokmak ve dinin esaslarını öğretmek için geldik. Sizin göndermiş olduğunuz bu mektuplar üzerine, Mekke’den gönderdiğim amcamın oğlu Müslim ile iki yavrusunu zulümle şehit ettiniz. Onların şehit edildikleri haberini buraya gelirken yolda öğrendim. Ve şunu söyleyeyim ki, sizlerde hidâyet yoluna girme yolunda bir cevher görmüyorum. Bunun için Mekke’ye dönmek istiyorum. Eğer buna engel olmazsanız, “Ehl-i Beyt”im ve bana uyanlarla birlikte buradan geri dönmek ve Hicaz’a gitmek kararındayım.”

Ömer İbni Sa’d, Hz. İmâm Hüseyin’den aldığı bu cevabı hemen Ubeydullah’a bildirdi. Ubeydullah, Ömer’e gönderdiği cevapta: “Hüseyin’den ve yanındakilerden Fırat suyunun kesilmesini ve Yezîd’in biat’ını kabul etmezse savaşmasını” emrediyordu. Ubeydullah’tan gelen emir üzerine, Ömer’in askerleri, Fırat suyunu, tamamen kestiler. Bu olay Muharrem ayının 7. gününde oluyordu. Hemen o gün Hz. İmâm’ın yanındakiler susuz kalmışlardı. Susuzluktan çocuklar ağlamaya başladılar.

HZ. İMAM HÜSEYİN’İN YANINDAKİLERE SON UYARISI
Bu olaylardan sonra, Kerbelâ Şahı, Hz. İmâm Hüseyin, bütün kardeşlerini, yakınlarını, çoluk çocuğunu bir araya topladı; Allah’a hamd-ü senâ, Resulallah ve soyuna salat ü selâmdan sonra onlara: “Ben, sizden daha hayırlı dostlar, arkadaşlar, sizden daha iyi yardımcılar olduğunu bilmiyorum. Allah hepinize ecir versin. Ceddim, Kerbelâ’da şehit edileceğimi haber vermişti bana; o zaman da gelip çattı işte. Sizin hepinize izin veriyorum, hakkımı helâl ettim size. Gece gelip çatınca karanlığı fırsat bilin; herkes “Ehl-i Beyt’im” den birinin elinden tutsun, gitsin; dağılın yeryüzüne; çünkü bu topluluk, ancak beni ister; beni ele geçirdiler mi başkasını aramazlar artık.”
Hz. İmâm’ın bu sözleri üzerine, ona tâbi olanlar hep birlikte;
“Senden sonra yaşamayı istemeyiz biz” dediler. “Allah, o günü göstermesin bize.” Hz.İmâm Hüseyin’e uyanlar hep buna benzer sözler söylediler. Hz. İmâm’da onlara hayır duâda bulundu ve o geceyi ibâdetle geçirmelerini buyurdu.
Kerbela’da Muharrem ayının 10. gecesiydi. Hz.İmâm Hüseyin’e tâbi olanların çoğu o gece çadırlarında, kimi Kur’ân okuyordu; kimi ibadet ediyordu, kimi duâ ediyordu. Kadınların gözleri yaşlıydı; çocuklar titriyorlardı, susuzluk ciğerlerini yakmaktaydı. Kadınlar feryâd edip ağlamaya başladıklarında Hz.İmâm onları susturduktan sonra kardeşi Zeyneb’e: “Sen kadınların ulususun üzerinde olan hakkım için beni kana bulanmış; şehit olmuş görünce başını açma; yüzünü yırtma; elbiseni parçalama; sesini yükseltme; feryâdınla düşmanları sevindirme” buyurmuştur. Her iki taraftan da savaş safları sıralanınca, hak ile bâtıl ve küfür ile îman yerli yerini bulunca, Kerbelâ Şahı, Hz. İmâm Hüseyin, düşman askerinin karşısına çıkıp onlara: “Ey merhametsiz kavm! Başımdaki imame ve belimdeki kılıç, arkamdaki zırh, altımdaki at Hz.Reslullah’ındır. “Ben Resullahın sancağının vârisiyim. Zehra Betül’ün göz nuruyum. Hiçbir zaman yalan ve boş yere söz söyleyip ayak diremedim. Allah’a ve Resule aykırı yol tutmadım. Bana mektuplar ve elçiler gönderdiniz. Üzerime hüccetler yolladınız. Beni bu diyâra getiren sizlersiniz. Bu fitneyi türlü sebeplerle kışkırtıp bu raddeye siz getirdiniz. Bu ne sahtekârlıktır!

SA’D OĞLU ÖMER SAVAŞI BAŞLATIYOR
En sonunda Ömer İbn-i Sa’d, Hz.İmâm’ın karşısına gelip: “Ey Hüseyin! Yezîd’e biat etmedikçe, bu sözlerin bir faydası yok.” Sa’d oğlu Ömer, bu sözleri söyledikten sonra, yayını gerip bir ok attı ve “Ey Küfe halkı! Görün ve şahit olun ki, Hüseyin ile savaşa başlayan ben oldum” dedi.
Daha sonra Hz.İmâm Hüseyin, çadırlara döndü ve “Ey vefâlı dostlar! Ey canlarını fedâ edenler! Kavgaya hazır olun ve savaş araçlarını hazırlayın ki; bu dem kan dökülecek demdir” dedi.
Bu olay Hicret’in 58. yılında, Muharrem ayının 10. Cuma günü sabahında geçiyordu. Bir rivayete göre düşman askeri, yirmi iki bin kişiydi. İmâm Hüseyin’in askeri ise yetmiş kişiydi. Otuz kişi atlı, diğerleri yaya idi.

HÜR İBNİ RİYAHİ HZ. HÜSEYİN’İN YANINDA
Hür İbni Riyahi ile Hz. İmam Hüseyin’in kafilesi, henüz Kerbela’ya gelmeden önce karışlamıştı. Hür, İbni Ziyad tarafından Hz. İmam Hüseyini, Küfe’ye götürmekle görevlendirilen birliğin komutanı idi. Hz. Hüseyin ile Hür’ün karşılamalarını daha önce anlatmıştık.
Biz şimdi 10 Muharrem günü olanlara gelelim. Hür İbni Riyahi, Ömer bin Sa’d’ın yanına gelip: “Ya İbni Sa’d! Hüseyin’le savaşmak, kesinleşmiş midir?” diye sordu.
Ömer İbni Sa’d: “Evet! Kesinleşmiştir, bu meydanda kanlar dökülecektir” dedi.
Hür: “Öyle ise ben Hüseyin’le savaşmak istemiyorum. Bir baksana biz kaç kişiyiz, bir de Hüseyin’e bak. Onlar kaç kişi. Üzerine çullanacağınız bu insanlar, kendisinden şefaat beklediğiniz Hz. Muhammed’in evlatlarıdır. Yarın kıyamet günü Resulallah’a nasıl cevap vereceksin?” dedi.
Ömer İbni Sa’d, bu soruya cevap vermedi. Hür’ün rengi solmuştu, bu adaletsizliğe karşı vücudu tir tir titriyordu.
Kardeşi görmüştü Hür’ü: “Ya Hür! Nedir bu halin, seni hiç böyle solgun görmemiştim. Senin gibi bir savaşçı, bu duruma düşer mi?” dedi.
Hür: “Ey kardeş! Şu anda en büyük savaş, benim yüreğimde, vicdanımda oluyor. Hak ile batıl savaşıyor” diye cevap verdi. Kardeşi, nedenini sorunca da Hür: “Şunun içindir ki, biz bir orduyuz, karşımızda bir avuç masum aile var. Bunlara saldırmak, mertliğin şanına yakışır mı? Hüseyin haklıdır, yiğittir, haksızlığa boyun eğmemiştir. Canı pahasına dedesinin ve babasının kurduğu yolu korumaya çalışıyor. Ben kılıç çekemem bunlara, kıyamam bunlara” diyerek düşündüklerini kardeşine söyledi.
Ağabeyi Hür’den bu sözleri işiten kardeşi: “Ey yiğit kardeş! Sen vicdanının sesini dinle” dedi.
Hür: “Öyle ise Kardeş! Ben Hüseyin’in tarafına geçiyorum, istersen sen de gel” dedi. İki kardeş, atlarına binip, doludizgin sürerler atlarını Hüseyin’den tarafa. Toz bulutu içinde iki atlının geldiğini görürler. İmam Hüseyin, bakar ve tanır, gelen komutan Hür’dür. Hür, atından iner, İmam Hüseyin’in önünde diz çöküp: “Ya Hüseyin! Ben ve kardeşim birlikte, senin yanında canımızı feda etmeye geldik.”
İmam Hüseyin: “Ya Hür! Cenab-ı Hakk ve ceddim Muhammed, sizden razı olsun. Benim için canlarınızı feda etmeyiniz, sizler bizim misafirimizsiniz, buyurun oturun” dedi.
Hür İbni Riyahi: “Ya Hüseyin! Size ilk karşı çıkan, yolunuzu kesen ben oldum. İzin ver, senin yolunda ilk şehitte ben olayım” diyerek savaş meydanına çıkmak için izin istedi ve atına atlayıp, yıldırım gibi savaş meydanına sürdü.
Düşman safları önüne gelince: “Ey Yezid köleleri! Ben Hür İbni Riyahi’yim, biraz önce ben de sizin gibi batıl bir inancın peşindeydim, ama şimdi haklı bir davanın peşindeyim. Ey İslamiyet iddiasında bulunanlar! Kime kılıç çekiyorsunuz? Karşınızdakiler, Peygamber kanından ve canından olan suçsuz kimselerdir. Bir taraftan Peygamber ve evladına Salavât getiriyor, bunlardan şefaat diliyorsunuz, diğer taraftan da öldürüyorsunuz.
Hür’den bu sözleri duyan Ömer İbni Sa’d, korkmuştu. Safvan adındaki bir nâmerde: “Yürü var şu Hür’e nasihat et, aklını başına toplasın. Mal ve para vaat edip kendisini kandırmaya çalış” diyerek, Hür’ün karşısına çıkardı.
Safvan: “Ey Hür! Akıl ve tedbir sahibi olmak gerek… Dünya nimetlerinden ayrılıp bu zilleti neden seçtin?” diyerek, Hür’ün aklını başına getirmeye çalıştı.
Hür: “Ey cahil herif! Âlemde izzet, Âl-i Resule hizmettedir. Hangi akılsız, fani bir nimet için bâki olan bir devleti bırakır” diyerek, Safvan’ın hucumunu bekledi. Safvan Hür’ün üzerine atılıp ilk hamlesini yaptı. Ancak Hür, bir hamlede kâfirin işini bitirmişti.
Hür, peş peşe gelen birkaç namerdi de cehenneme yolladıktan sonra, atını doludizgin çadırlara sürdü, geldi İmam Hüseyin’in önünde durdu, atının üzerinde sallanıyordu. İmam Hüseyin, yardım etti, yere indirdi. Hür diz üstü oturdu, elleri İmam Hüseyin’in ellerindeydi: “Ya İmam! Benden razı mısın? Sana önce ben karşı çıktım, yolunda önce ben şehitlik şerbetini içeceğim” dedi.
Kerbelâ’da zulüm vardı, ağıt vardı, su feryatları vardı. İmam Hüseyin bu yiğit insanın başını, bağrına bastı, her yanından kanlar akıyordu: “Ya Hür! Ceddim ve ben senden razıyız, senin adın Har idi, bundan böyle Hür olsun. Her iki cihanda da Hür olasın, Hür şehit olasın” dedi.

Hür, kılıcına dayandı, zoraki atına bindi ve tekrar düşman safları üzerine atını sürdü. Üzerine her taraftan mızraklar yağıyordu. Bu arada atı sakatlanmış, yaya kalmıştı. İmam Hüseyin bunu gördü ve hemen yürük bir at gönderdi. Hür bu ata binip tekrar savaşmağa başlamıştı ki, şehadet şerbetini içti.

HAZRETİ ABDULLAH
Hür İbni Riyahi’den sonra Hür’ün kardeşi ve Müslim Akıyl’in oğulları Şahadet şerbetini içtiler. Sıra Cafer Tayyar’ın evlâtlarına gelmişti. Bunlardan Muhammed, İmam Hüseyin’in niyaz edip: “Savaşmak için izin istedi. Muhammed, İmam’dan müsade alıp meydana geldi ve kendini tanıtıp savaşacak er istedi. Muhammed pek çok kâfir askerini helak ettikten sonra kendisi de şehit oldu. Kardeşinin şehit düştüğünü gören Cafer Tayyar oğlu Abdullah, izin dahi almadan derhal savaş meydanına atıldı ve hiç vakit kaybetmeden kardeşinin katilinin üzerine atılarak işini bitirdi.
Daha sonra gelip İmam Hüseyin’den izin istedi. Hazret-i İmam, ona dua edip müsaade verdikten sonra, tekrar meydana çıktı. Abdullah, meydana varınca kılıcı ile saflar arasına daldı ve safları kana buladı, pek çok kâfiri öldürdükten sonra, kendisi de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cafer Tayyar oğlu Abdullah, şehitlik mertebesine erişince, şehadet sırası Hazret-i İmam Hasan’ın büyük oğlu Abdullah’a gelmişti.
Abdullah, amcası Hazreti İmam Hüseyin’den müsaade alıp savaş meydanına girdi. Abdullah, yüzlerce düşman savaşçısını saf dışı bıraktı. Ancak, pek çok düşman askeri, Abdullah’ın üzerine saldırdılar. Bu durumu gören İmam Hüseyin taraftarlarından üç kişi, Abdullah’ın yardımına koştular. Pek çok düşmanı saf dışı bıraktıktan sonra onlarda şahadet şerbetini içtiler. Tekrar yalnız kalan Abdullah, Hazreti İmam’ın yanına döndü: “Ey amca susuzum! Susuzum!” diye haykırdı.
Hazreti İmam: “Ey gözümün nuru! Sabret! Sabret ki, Kevser suyundan ruhun kana kana içecektir” diyerek Abdullah’ı teskin etmeye çalışıyordu. Hasan Mücdeba oğlu Abdullah, bu müjdeyi alınca yeniden savaş meydanına döndü. Abdullah’ın zor durumda olduğunu gören Abbas, derhal Abdullah’ın yardımına koştular ve onu alıp çadırlara getirmek üzere iken, Meral bin Zâhir, bir kılıç darbesiyle o şehzadeyi şehit etti. Daha sonra Abbas, Abdullah’ın kanlar içerisindeki bedenini Hazreti Hüseyin’in huzuruna getirmişti. Abdullah’ın lime lime olmuş cesedini gören Ehl-i BeyT kadınları, oturdukları yeri gözyaşı seline çevirmişlerdi. Bu durumu gören İmam Hüseyin: “İnnâ lillâhhi ve innâ râciûn” deyebilmişti.

İMAM HASAN’IN OĞLU HAZRETİ KASIM
Hasan Mücteba oğlu Hazret-i Kasım ki, güzellik göklerinde âlemi aydınlatan bir güneş ve letafet bahçesinde yeni yetişmiş bir lâle misali idi. Kasım, kardeşi Abdullah’ın gözü dönmüş Yezit yandaşları tarafından şehit edildiğini ve kanlar içerisindeki cansız bedenini görünce, dünyası kararmıştı. Hiç vakit kaybetmeden Kerbelâ sultanının yanına vardı ve ayağına yüz sürüp: “Ey benim yüksek mertebeli amcam! İzin ver de ben de meydana atılayım ve bu hainlerden kardeşim Abdullah’ın intikamını alayım!” dedi. Kasım’ın savaşmak için izin istediğini gören Peygamber hanedanının hanımları, Kasım’ın eteğine sarılarak: “Ey fazilet baharının gülü, senden bize Hasan Müçteba’nın kokusu gelir! Senin ayrılığına dayanamayız!” diyerek feryat ediyorlardı. Diğer taraftan Hazreti İmam Hüseyin, Kasım’ın yolunu kesti: “Ey seyitler eyvanının güneşi! Büyük kardeşimin adı, seninle anılır. Ve sana hiç kimse bedel olamaz” diyerek Kasım’ın savaş meydanına gitmesine engel olmaya çalışmıştı ama nafile Kasım, kararlıydı.
Kasım, babası Hazreti Hasan’ın kendisine bir vasiyet bıraktığını hatırladı. Hazreti İmam Hasan vasiyetinde: “Ey oğlum Kasım! Sana vasiyetim budur ki, Hz. Hüseyin, Kerbelâ çölünde belâya uğradığında, onun uğrunda canını feda etmekte sakın kusur etmeyesin” diyordu. Bu vasiyeti amcasına okuduktan sonra meydana gitmek için tekrar izin istedi. O vakit İmam Hüseyin de: “Ey göz nuru ve ey seyitlerin üstünü! O Hazretin bana da bir vasiyeti vardı. Ama bunu gerçekleştirmeğe devran müsaade etmedi” dedi.
İmam Hasan şehadet şerbetini içmeden önce kardeşi İmam Hüseyin’i yanına çağırmış: “Çocuklarım sana emanet, onları boynu bükük bırakma, onlara sahip ol. Oğlum Kasım, kızın Fatma’ya tutkundur, onları sevgilerinden mahrum bırakma, onların iffetini koru. Evlatlarımı sana ve seni de Vacib-ül vücud olan Allah’a emanet eyledim!” diye vasiyet etmişti. İmam Hüseyin, Kerbelâ çölünde bu son vasiyeti hatırladı. Kerbelâ çölü kandı, zulümle inliyordu, feryatlar dinmiyordu. Ehl-i Beyt ailesinin figanı hiç dinmiyordu. Bu haleti ruhiye içerisinde İmam Hüseyin, çadırlara girdi. Eşi Şehribanu ve kardeşi Zeynep oradaydı. Yüzlerine tekrar baktı. Hepsi solmuştu, hepsi yıkılmıştı, hepsi perişandı. Felek cevri cefasını bütün Ehl-i Beyte vermişti. “Kızım Fatma’ya gelinlik giydirin” dedi İmam Hüseyin. Kasım delikanlıydı, gençti, yüreğinde bahar rüzgarları esiyordu, henüz yaşama ve gençliğe doymamıştı!.. Çadırda feryatlar duyuluyordu.
Kasım’ın feryatları geliyordu. Kardeşi Abdullah’ın kanlı cesedi kucağındaydı. Kardeşi Abdullah’ın feryadına savaş meydanına koşmuş, kardeşine ulaşmış, çılgınlar gibi onu kurtarmaya çalışmıştı. Abdullah kan içindeydi, ölümcül yaralar almıştı. Kasım’ın yüreğinde ki acıya âlem bile titriyordu. İşte Kasım bu haldeydi. Onu da getirdiler çadıra. İmam Hüseyin Kasım’la göz göze geldi. Kasım titriyordu. Ey yüce Allah’ım! Sanki karşısında abisi İmam Hasan vardı. Ne kadar benzerlik bu. İmam Hüseyin, yerinden kalktı. Kasım’ın elinden tuttu. Kızı Fatma’nın eliyle birleştirdi ve nikâhlarını kıydı ve Kasım’a dönerek: “Sizleri dünyanın kan ağladığı bir günde, birbirinize nikah ediyorum. Biliyorum ki biraz sonra senin de şahadetini göreceğim. Ancak buna rağmen sevginiz cennet gibi temiz olsun. Yarın Arş-ı Âlâda birbirinize kavuşursunuz” dedi.
Kasım, dönüp bir kez olsun Fatma’nın yüzüne bakamamıştı, titriyordu… Kasım amcasına sarıldı, ikisi de ağlıyordu. Ehl-i Beyt kadınları hıçkıra hıçkıra ağıyorlardı. Kasım tekrar, “Ey amca! Bana da izin ver, şehitlik şerbeti bizim için kurtuluştur. Döndü baktı çadırların önü şehitlerle doludur, tekrar, izin ver bana amca” dedi Kasım.
İmam Hüseyin, “Ey yaşama doymamış oğul! Büyük kardeşimin adı seninle anılır, onun kokuları gelir senden. Bana güç ver Allah’ım! Bana güç ver” diyerek inledi. Kasım, “Ey amca! Öyle masum olma, biz kanımızla and içtik. Büyük dedemiz Muhammed Mustafa’nın, dedemiz Aliyy’el Murtaza’nın, babam Hasan’ül Mücteba’nın kanları pahasına kurdukları yolu, koruyacağız. Âlemin kurtuluşu bizim kanlarımızla olacak” diyerek amcasını teselli etmeye çalıştı. Bu arada henüz murada erememiş olan gelin Fatma, Kasım’ın yüzüne dahi bakamadan elinin kınasıyla şöyle feryat ediyordu: “Ey Peygamber ecdadı! Kıyamet günü seni hangi makamda arayayım? Ve ne alâmetle seni bulayım?” Kasım: “Ey henüz açılmamış gül! Beni kıyamet günü parçalanmış gömleğim ve nemli gözlerimle dedelerimin hizmetinde bulursun!” diyerek, atını savaş meydanına sürdü. Kasım’ın savaş meydanına gideceğini anlayan Ehl-i Beyt kadınları: “Ey saadet gecesinin ışığı!.. Ey seyitlik güllerinin goncası! Bu emaneti kime bırakıp gidersin?..” diyerek feryat ediyorlardı.
Kasım: “Bizim birleşmemizin vadesi, kıyamete kalmıştır, beni mazur görün” diyerek, atına atladı, düşman saflarına doğru yıldırım gibi sürdü atını, Arkasındaki feryatları duymuyordu artık Kasım. Fatma, gözlerinin önüne geldi, feryatlarını duyar gibiydi. Savaş meydanına geldi, künyesini okudu. Karşısına er diledi. Savaş tecrübesi yoktu, mahzundu ama yüreğindeki isyan ve öfke, onu zapt edilmez bir yiğit yapmıştı. Karşısına çıkan savaşçılarla vuruşmaya başladı. Başına aldığı darbeden kanlar geliyordu. Bir yandan gözüne akan kanları siliyor, bir yandan da çadırları son kez görmek istiyordu. Bir de içinden: “Amcam ne haldedir, Fatma ne haldedir acep” diye düşünüyordu. Gücü tükenmişti, yirmi yedi yara almıştı. Atın üzerinde dengesini kaybetti, tutunmaya çalıştı, başaramadı. Attan düşerken feryatlarını çadırlardan duymuşlardı. “Ey amca! Yetiş” diye İmam Hüseyin’i çağırıyordu.
İmam Hüseyin, derin bir tefekküre girmişti. Kasım’ın sesini duydu. Atını şuursuzca düşman saflarının üstüne sürdü. Kasım ortadaydı. Attı kendisini onun üstüne… Kasım’ın gözleri açıktı, ama kandan gözükmüyordu, yüzündeki gülümseme donup kalmıştı.

3 Aralık 2011
7 Muharrem 1433
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(Dokuzuncu gün)
HZ. HÜSEYİN’İN KARDEŞİ HAZRETİ ABBAS
İmam Hüseyin’in kardeşi Hz. Abbas, kahramanlığıyla tanınıyordu. Uzun boylu, geniş omuzlu, karşıdan bakınca babasına, yani Hz. Ali’ye benziyordu. İmam Hüseyin’in bayraktarı idi. Bütün yakınlarının, Ehl-i Beyt dostlarının tek tek şahâdetini gördü. Abbas, Kerbelâ Sultanı olan o Hazretin rikâbına yüz sürüp: “Ey sabır ve tahammül gemisinin kaptanı! Ve ey teslim Kafı’nın anka kuşu! Benim için de, yüksek âlemlerde bayrağımı dalgalandırıp, ukbaya göç etmek zamanı geldi!” diyerek savaş meydanına gitmek için niyazda bulundu.
Ali oğlu Abbas, İmam Hüseyin’den izin alıp düşman saflarının önüne geldi. Adını, sanını söyledikten sonra: Ey mürüvvetsiz kavim! Eğer nasihat makbul ise, Hz. İmam Hüseyin’den size elçi olarak gönderildim. Ey vefasızlar! Kerbelâ Sultanı olan Peygamber torunu, Ali Murtaza’nın göz bebeği ve gözünün nuru, Zehra’nın ciğer köşesi buyurdu ki: ”O’na vefakâr olan kimselerin hepsini öldürdünüz. Hâlâ vakit gelmedi mi ki, bu durumdan pişman olup, susuzluk ateşinden ıstırap çeken kadınlara ve çocuklara bir içim su verin. Veya izin veriniz ki onları alıp Hind veya Çin taraflarına gidelim, Hicaz mülkünü size bırakalım. Sizinle kıyamete kadar düşmanlık etmeyeceğime dair şart koşayım!”
Bu sözleri işiten Yezid’in askeri arasında bir huzursuzluk başladı, yaptıklarından pişman olanlar mırıldanmaya başladı. Bunu fark eden komutanlar, fitne kopmasından korkarak derhal Abbas’ın karşısına geçerek, “böyle bir talebin yerine getirilemeyeceğini” söylediler. Bu cevabı alan Abbas, tekrar İmam Hüseyin’in yanına dönüp durumu kendisine bildirdi. Bu arada Ehl-i Beyt arasında bulunan çocuklardan: “Sususuz! Sususuz!” diye feryatlar yükseliyordu.
Hazret-i Abbas, çocukarın bu feryatlarını duyuyordu, yüreğindeki o büyük acıya, isyana mâni olamıyordu. Küçücük yavruların susuzluk feryatlarını, kadınların çaresizliğini, yaralıların: “Medet ey Allah’ım medet, Muhammed, Ali aşkına bir yudum su” diye feryat edip ağladıklarına tanık oluyordu.
Hz. Abbas’ın dayanısı kalmamıştı. Kardeşi İmam Hüseyin’e gidip izin istedi. “İzin ver şu yavrulara biraz su getireyim. Düşman ordularını yarar geçerim” demişti. İzin aldı, atına atladı, onca zulüm yaşamıştı ki, onca şahâdet görmüştü ki, ölüm nedir ki, kurtuluş olmuştu artık ölüm.”Sususuz! Sususuz! Allah aşkına sususuz!..” diye inliyordu çocuklar ve kadınlar. O, sadece bu feryatları duyuyordu.
Kademe kademe sarılan Yezid’in ordusunu yardı geçti, Fırat’a vardıklarında “Ukap” adlı atından kanlar damlıyordu. Yaralar almıştı, cins Arap atı. Atıyla birlikte Fırat Nehrine girdi. Abbas’ın susuzluktan dudakları çatlak çatlaktı. Çöllerde günlerdir susuzluk çekiyorlardı, ciğerleri parçalanıyordu. Avucunu doldurdu, dudaklarına kadar götürdü, gözlerinin önüne İmam Hüseyin’in küçük kızı Sakine geldi, diğer yavruların feryatları geldi. Susuzluktan taşların soğukluğuyla susuzluğunu gidermeye çalışan yavrular geldi, inim inim inleyen hastalar geldi. “Ya Rabbim! Affet beni, onlar susuzluktan feryat ederlerken ben nasıl su içerim ki!..” Tulumunu doldurdu, sol omuzuna astı, yüzüne su serpti, suyun serinliğini tâ yüreğinde hissetti. Fırat’a baktı, hüzünlü hüzünlü akıyordu. Sanki o da utanıyordu, amaçsız akışından…
Oysa az ileride su feryatları vardı, ağıtlar vardı, ölümler vardı, tarihin sayfalarına yazılacak mezâlim vardı. Abbas, atını mahmuzladı, çadıra doğru yıldırım gibi gidiyordu. Yezit askerleri, görmüşlerdi, bağırdılar; “bırakmayın, saldırın!…”
Abbas, elinde kılıç, başında daireler çizerek düşmanı yarmaya çalışıyordu.
- Medet! Medet ey Allah’ım medet, bana yardım eyle…
İmam Hüseyin, çadırlardan Abbas’ın sesini duymuştu, ayağa kalktı: “Yarab! Yardım eyle Abbas’ıma” diye yalvardı. Abbas unutmuştu kendini, tek amacı, masumlara suyu yetiştirmekti. Bir haramzade, pusudan çıktı, bir kılıç darbesiyle sol kolunu kopardı. Tulumu sağ omuzuna aldı, atını mahmuzladı. Atı da sanki suyu yetiştirmek için şahlanıyordu. İkinci bir kılıç onun diğer kılıç tutan kolunu da kopardı. İki kolu da yoktu Abbas’ın, Amcası Cafer-i Tayyar’ı hatırladı. Mute harbinde ordu komutanı iken onun da iki kolunu koparmışlardı. Peygamber efendimiz, “Kolları yerine, cennette ona kanat verildi” diye buyurmuştu. Abbas, bunları düşünerek hiç metanetini kaybetmedi.
“Ya Rab! Çocuklara söz verdim, Bana yardım eyle” diye inledi. Tulumu ağzına aldı, atını doludizgin sürüyordu Abbas. Bir ara bacaklarında serinlik hissetti, tulum delinmişti, ok atıldığını bile hissetmemişti, al kanlara bürünmüştü. Çöl olanca sıcaklığınca yakıyordu. Acılar yakıyordu, umudu tükenmişti.
- Hangi yüzle gideyim! Atın üzerinde titriyordu, dengesini sağlayamıyordu, gücü tükenmişti, çadırdakiler gözünün önüne geliyordu.
- Ya Rabbi! Bu ne beladır ki Ehl-i Beyt’e bir damla su nasip olmaz! Nida geldi ki; “Ey Abbas! Ahret derecelerini elde etmek kolay olmaz. Tanrı yoluna girmiş olanlardan hiçbiri, cefa çekmeden, meramını elde edemez” diye sesleniyordu. Abbas’ın gözleri görmez olmuştu, karanlıklar âlemi bu muydu? Atından düşerken bağırdı.
- Ya Rabi! Edrikni! edrikni! (Ya kardeşim! Kardeşini bul!) Mazlum Hüseyin, bu çağrıyı duyunca, Abbas’ın imdadına yetişmek için derhal atına atladı, yıldırım gibi sesin geldiği yöne sürdü.
İnen darbeler Abbas’ı at üstünden düşürmüştü, etrafını sarmışlardı. İmam Hüseyin, yıldırım gibi üzerlerine sürdü atını ve yere atladı. Abbas kanlar içinde kolsuz yatıyordu.
İmam Hüseyin’in feryadı, Kerbelâ çöllerinde yankılandı. O vakit İmam Hüseyin: “Şimdi belim kırıldı!” diyerek öyle bir ah çekti ki, Kerbelâ toprağını titretti. Abbası kucağına aldı, metânetine hakim olamadı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, Abbas’ın gözleri açıktı. Kandan gözükmüyordu. Ağzında halen su tulumunun ipi vardı. “Medet!… Medet senden olsun Ey Allah’ım.”

HAZRETİ ALİ EKBER
Hz. Hüseyin’in kimsesi kalmamıştı. Eli silah tutan herkesin şahâdetini tek tek gördü, tek tek yaşadı. Her şahâdette onlarla birlikte bin kez şehit oldu. Ölümün karanlık yüzünü binlerce kez gördü ve tattı. Kerbelâ demek gözyaşı demekti, figan demekti, ağıt demekti, kan ve zulüm demekti. Bu zulmü İmam Hüseyin, tâ yüreğinde hissediyordu. Çöl çok sıcak ve çok bunaltıcıydı. Çadırların arkasına döndü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Her taraf şehit kanlarıyla sulanmıştı. “Ah dedem Muhammed! Ah babam yiğit Ali! Neredesiniz?”
İmam Hüseyin’in oğlu Ali Ekber karşısındaydı. Henüz 18 yaşındaydı, gençti, yakışıklıydı. Büyük dedesi Hz. Muhammed’e benziyordu. Rivayet ederler ki, Ali Ekber henüz on sekiz yaşında olup sümbül kokulu saçları, yanağının gülleri üstüne gölge salmakta idi ve etrafındaki lâle bahçeleri taze menekşelerle süslenmişti. Ne zaman ki, Resulallah’ın sesini ve sözünü duymayı arzulasalar, onun şekerler dökülen gül dudaklarını açtırıp konuştururlardı. Ne zaman ki, kâinatın efendisinin yüzünü görmeyi arzulasalar, onun yüzünden sevinç nurları aksettirirlerdi.
Ali Ekber, “Ey Baba! Ben o kadar zulum, o kadar kan gördüm ki, benden başka eli silah tutan kalmadı. Senin şahâdetini görmek istemiyorum, buna dayanamam, bana, izin ver baba” diyerek savaş meydanına çıkmak için izin istedi. “Ey oğul! Senin gördüklerini ben yaşamadım mı, ben görmedim mi? Her şehidin şahâdetinde ben de milyon kez şehit oldum oğul! Hani nerede Abbas, hani nerede Kasım, hani nerede Hür! Hepsi kefensiz olarak şurada yatıyorlar oğul!…”
İmam Hüseyin, “var git zırhını getir, seni kendi ellerimle giydireceğim oğul” dedi.
İmam Hüseyin, babasının yeşil sarığını oğlunun başına giydirdi, yine babasından yadigâr kalan kemeri oğlunun beline bağladı, saçlarını düzeltti, zırhını giydirdi. Kız kardeşi Zeynep ve Annesi Şehriban, bu manzarayı görünce, feryatlara başladılar. Sarılmışlardı Ali Ekber’e, İmam Hüseyin, sarılmıştı oğluna. Dudakları çatlak çatlaktı. Alev alev yanıyordu. Annesi Şehriban, bırakmak istemiyordu. Annesinin ve halasının ellerini, yüzüne sürdü. Atına atladı ve doludizgin düşman saflarının üzerine sürdü atını.
Ali Ekber, her tarafı dolaşıp kahramanlıklar gösterdikten sonra Yezid ordusunun önüne gelip adını ve sanını söyledikten sonra şöyle seslendi: “Takva dalının çiçeği benim! Hüseyin bin Ali Murtaza’nın oğlu benim! Ey Allah’tan korkmaz, Resulü Ekrem’den haya etmez insanlar!.. Babamın yanında bir tek ben kaldım. Beni de öldürünüz de, babamın felâketini görmeyeyim” diyerek öyle bir nâra attı ki, Ali Ekber’in acıyla söylediği bu sözler, düşman safları üzerinde etki yapmıştı. Hiç kimse Ali Ekber’in karşısına çıkmak istemiyordu.
Ali Ekber, daha fazla beklemeden düşman saflarının içersine daldı, kahramanca dövüştü, bu arada yaralar da almıştı. Babasını ve Ehl-i Beyt kadınlarını bir daha görebilmek için atını çadırlara doğru sürdü. Babasının yanına gelince, “Babacığım! Susuzluk beni helâk ediyor. Ve demirlerin ağırlığı altında eziliyorum! Eğer bir damla su ile ateşimi yatıştırmış olsaydım, düşman askerini tufana boğardım!” diyerek feryat ediyordu.
Hz. İmam Hüseyin, mübarek elleriyle oğlunun yüzünü tozlarından temizledi. Ali Ekber, tekrar savaş meydanına döndü ve peş-peşe pek çok düşman askerini saf dışı bıraktıktan sonra, üzerine gelen binlerce düşman askerinin savurduğu kılıç ve mızrak darbeleriyle pek çok yaralar almıştı. Buna rağmen, hiç telaş etmeden, aynı dedesi Murtaza gibi savaşıyordu. Bir ara, aldığı yaraların acısı ile inledi: “Ah Kerbü-belâ ah.! Ah susuzluk ah!..”
Henüz atın üzerindeydi Ali Ekber, henüz düşmemişti. Çadırlara döndü baktı. Anasını düşündü, “babam ne haldedir” dedi. Sürdü atını çadırlara doğru, viran olmuştu. Kanlar içindeydi, başını kaldırıp çadırları görmek istedi, kanlar sızıyordu yaralarından. Gözleri görmez olmuştu, attan düşmek üzereyken, bağırdı: “Edrikni baba. Edrikni baba!..
İmam Hüseyin, feryadı duymuştu. Evladının sesini duyabilmek, son bir kez daha duyabilmek için kendinden geçmişti. Feryatla atına atladı, delicesine sürüyordu, Ali Ekber’ine yetişmek istiyordu bir an önce. Son kez bir daha bağrına basmak istiyordu oğlunu. Atı Ali Ekber’in başındaydı, bırakmıyordu onu. İmam Hüseyin, feryatla atından indi: “Yetiştim oğul, yetiştim!” diyerek kucakladı oğlunu, yüzündeki kanları sildi, başını kucağına aldı, artık dayanamıyordu. Kerbelâ çölleri inliyordu, feryatları duyuyordu. Ali Ekber, gözlerini açmaya çalıştı, son kez babasını görmeye çalıştı, ağzını açtı… “Baba su su” diyebilmişti.
İmam Hüseyin, yüzüğünü çıkardı, dudaklarına değdirmeye çalıştı.”Sabret ey ciğer köşem sabret! Senin için kevser şarabı hazırdır!” diyerek oğlunu teselli etmeye çalıştı. Ali Ekber bu müjdeyi alınca, tekrar atına atlayıp düşman saflarının içine sürdü. Ancak, düşman aman vermiyor, kudurmuşçasına saldırıyorlardı. Bu gidiş Şehzadenin sonu olmuştu, pek çok yara almıştı, artık dayanamıyordu, Atından düşmek üzere iken, “Ya ebtâ edrikni! (Ey babacığım! Beni bul!)” diye feryad etti.
Hz. İmam Hüseyin, o mazlumun feryadını duymuş, ihtiyarsız olarak savaş meydanına koştu ve o selvi boyluyu, topraklar üzerinden kaldırıp çadırlara götürdü. Yanağını yanağına sürerek, “Ey gönlümü bağladığım oğul!.. Ne olur biraz konuş” diye oğluna sesleniyordu. İmam Hüseyin’in feryadına, çöl isyan ediyordu. Ali Ekber’in kanlı vücudu, cansız olarak kucağındaydı. İmam Hüseyin, kaldırdı başını havaya, açtı ellerini: “İnna Lillah İnna İleyhi Raciun” (Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz.)

ALTI AYLIK KERBELA ŞEHİDİ ALİ ASGAR
Hz. İman Hüseyin’in yanında savaşan can dostları ve aile efradı teker teker şehadet şerbetini içmişlerdi. Yavaş yavaş sıra İmam Hüseyin’e geliyordu. Sabahın erken saatlerinde başlayan kanlı savaş, yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Artık Hüseyin’den başka savaşabilecek kimse kalmamıştı. Çünkü vefalı dostların tümü, az önce arka arkaya aşk diyarına doğru süzülmüşlerdi. İmam Hüseyin, yavaş yavaş çadırlara doğru yürürken Ehl-i Beyt hanımlarına sesleniyordu: “Ey Sakine, ey Fâtıma ve ey Zeynep! Allah’ın selamı size ve yanınızdaki diğer Ehl-i Beyt’ime olsun. Bu, benim size olan son selamım, sizinle son görüşmemdir. Bilesiniz ki, artık hüzün defteri size yeni yeni sayfalar açacak, keder size daha da yakınlaşacaktır!..
İmam Hüseyin, daha fazla dayanamamış, son sözlerinden sonra ağlamaya başlamıştı. Bu sözler, aynı zamanda onun hazin sonunun da habercisiydi. Gözyaşları Kerbela sahrasında kaybolup giderken, herkes susmuştu. Ne var ki bu suskunluk fazla sürmemiş, düşman saflarındaki kahkahalar, küfürler ve çirkin çığlıklarla tekrar bozulmuştu. Onların bu çirkin saldırıları, Kerbela’yı kuşatmışken İmam Hüseyin, çadırların hemen önlerinde toplanan birkaç şehidin yanı başındaydı. Buruk bir dille, onların huzurunda feryadını tazeliyordu: “Bana yardım edecek kimse yok mu?” Bu cümlenin hemen ardından gözyaşlarına mani olamayıp tekrar ağlamaya başladı: “Abbas, Müslim, Kâsım!.. Neredesiniz? Neden Hüseyin’e cevap vermiyorsunuz? Siz değil miydiniz bir seslenişime bin can veren fedailer, şimdi ne oldu da cevap vermiyorsunuz bana?”
Hz. İmam, Allah’a şikâyetini böyle dile getirmeye, acısını böyle dindirmeye çalışıyordu. Çünkü yarenlerinin, biricik yavrularının ve can dostu yakınlarının cansız bedenleri, onu pek çok hüzünlendirmiş, yasa boğmuştu.
O, şimdi kendi çadırına yönelmiş, Ehl-i Beyt’ine uyarılarda bulunuyordu: “Gördüğünüz ve göreceğiniz cefalar karşısında sabredin. Yüksek sesle ağlamayın. Düşman sesinizi duyup da sevinmesin sakın! Sonra, kız kardeşi Zeynep’e döndü: “Hatırlıyor musun; sana hep derdim “Sonsuz hayat sahibi yalnız Allah’tır” diye. Ey kardeşim! Benden sonra kadınlar ve çocuklar sana emanet! Kardeşi Zeynep ve muhterem kızı Sakine, o an ağlamaya başlamışlardı. Onlar, çok iyi biliyorlardı ki, Hz. Hüseyin’in meydana çıktıktan sonra bir daha geri dönmeyecekti. Onun da diğer şehitler gibi paramparça edileceğini, atların altında lime lime edileceğini ve şahadet şerbetini içip sonsuz diyara doğru uçup gideceğini biliyorlardı. Bu ayrılık ateşi onları tamamen yasa boğmuştu. Şimdi her üçü de ağlıyordu. Hüseyin, içindeki ıstırabı beyitlere dökerek kızı Sakine’ye seslendi:
Benden sonran çok ağlayacaksın kızım
Istırabın artacak, keder sahibi olacaksın
Ama en azından hayatta olduğum ve seni görebildiğim müddetçe
Islak gözlerinle yakma kalbimi!

Hasret gözyaşlarını şimdiden akıtma!
Eğer cansız bedenim yere düşer de
Tutunacak hiçbir dalım kalmazsa
Ey güzel kızım benim! İşte o zaman sarılır, ağlarsın bana!..

Vedalaşmak için sırada en küçük yavrusu Ali Asgar vardı. Kerbela’nın en küçük kahramanı Ali Asgar’la da vedalaşmak istiyordu şehitler serveri. Zeynep’e dönerek minik yavrusunu istedi: “Ey benim vefalı kardeşim! Kundaktaki yavrumu getir bana, gönlüm onunla da vedalaşmak ister” dedi. O’nun bu talebi üzerine günlerdir susuzluktan ve açlıktan sütü kesilmiş ve yavrusuna bir damla süt dahi veremeyen Rebâb Ana’nın kucağındaki Ali Asgar, anasının kucağından alınıp, İmam’ın kucağına verilmişti. İmam Hüseyin’in kucağındaki minik yavru, açlıktan ve susuzluktan, ölüm halindeydi.
İmam Hüseyin, minik yavrusunu alıp, düşman saflarının karşısına vardı. Maksadı, belki bu küçük yavruya bir yudum su verirler diye düşünmüştü. Yavrusunun kuruyan dudaklarına son kez sıcak bir buse etti. Ancak, yüreği onun acı feryadına dayanamıyordu. Minik yavruyu havaya kaldırıp Kûfelilere: “Ey Yezid’in yandaşları! Beni buraya sizler çağırmadınız mı? Davet edenler sizler değil misiniz? Beni tanımıyor musunuz? Ben kimim, Hazret-i Fatma’nın oğlu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber’inizin torunu değil miyim? Herhangi birinize benden bir zarar geldi de bunun intikamını mı alıyorsunuz? Farzedelim ki, sizin gözünüzde ben zalim ve dinden çıkmış biri de olsam, en azından şu masum çocuğa Muhammed’in dini hürmetine bir yudum su verin” diye seslendi.
Ancak, o sırada Kûfe askerleri arasında bulunan Harmile adlı bir okçu da onları sinsice izliyor, şeytani planlar kuruyordu. Özel olarak hazırladığı üç başlı oku, torbasından çıkarıp yayına yerleştirerek minik yavruyu nişan aldı. Kısa bir süre sonra ok yayından çıkmıştı … Hüseyin’in veda öpücüğü henüz sıcaklığını kaybetmemişken Ali Asgar’ın narin bedeni bir anda sarsılmış, bembeyaz kundağı bu okla al kanlara bulanmıştı.
Ali Asgar, babasının elinde can verirken düşman saflarından yükselen sevinç çığlıkları, daha da fazlalaşmıştı. Küçük yavru, gerdanına saplanan okla birlikte babasının kucağından halası Zeynep’in kucağına taşındı. Hüseyin, avuçlarına dolan kızıl kanları gökyüzüne saçarken bir yandan da bağırıyordu: “Musibet ne türden olursa olsun, tahammülü benim için o denli kolaydır. Şüphe yok ki Allah, beni görüyor ve biliyor, şu anda!..”
4 Aralık 2011
9 Muharrem 1433
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(Onuncu gün)
HAZRETİ İMAM HÜSEYİN’İN ŞEHADETİ
Hz. İmam Hüseyin, Ali Asgar’ı da diğer şehitlerin arasına koyduktan sonra, bu acı içerisinde kendi kendine: “Ölüm, utanca düşmekten yeğdir; utanç ise ateşe girmekten beterdir.” diyerek duygularını açığa vuruyordu. Oğulları, tüm yakınları, sevdikleri gözlerinin önünde şehit olmuştu. Süt emer yavrusu kucağında oklanarak şehadet şerbetini içmişti.
Tüm ehlinin, âyalinin tutsaklığa düşeceğini bilen bir kişinin böylesine ayak diremesi, böylesine gücünü kaybetmemesi ne görülmüştü ne de işitilmişti. Sa’d’ın oğlu Ömer, “Bu Ali’nin oğludur, bu Arab’ın en çetin savaşçısının oğludur, onunla teker teker savaşılamaz, dört yandan üzerine saldırın.” diye bağırdı.
Derhal dört koldan Hz. Hüseyin’in üzerine saldırıya geçtiler. Bu arada bir bölüğü de kadınların ve çocukların bulunduğu çadırlara saldırdılar. İmam Hüseyin: “Ey Ebu Süfyan yanlıları! Diyelim ki dininiz yok, âhretten de korkmuyorsunuz, hiç olmazsa dünyada hür olun. Sandığınız gibi Arap’sanız, bari namusa riayet edin; sizinle savaşan benim, kadınlardan ve masumlardan ne istiyorsunuz?” dedi. Bu söz üzerine Şimir: “Doğru söylüyorsun.” diyerek çadırlara saldıranlara mani oldu.
İmam Hüseyin çok susamıştı, düşmanın arasından sıyrılıp atını Fırat’a sürdü; önce atı Zülcenah’ın su içmesini bekledi, “Sen de susuzsun, ben de susuzum; ama sen içmedikçe ben de içmeyeceğim.” dedi. Zülcenah başını suya eğdi, fakat içmedi; döndü Hüseyin’e baktı, gözlerinden yaşlar akıyordu o vefalı hayvanın.
İmam Hüseyin, eğilip bir avuç su aldı, tam içeceği sırada: “Sen su içiyorsun, oysaki şu anda düşman çadırlara saldırıyor.” diye bir bağırış duydu. Avucundaki suyu döküp çadırlara doğru atını sürdü, o vakit anladı ki bu, onun su içmemesi için bir uyarıydı.
Çadırlara kadar varan İmam Hüseyin, ehliyle, âyaliyle bir kere daha vedalaştı: “Tutsaklığa hazır olun, bilin ki Allah sizi koruyacaktır, sakın şikâyet etmeyin, şanınızı alçaltacak sözler söylemeyin, sabredin.” dedi.
Rivâyet edilmiştir ki o sırada günlerdir çadırda hasta yatmakta olan Zeynel Abidin, Ali Asgar’ın da şehit edildiğini görünce, sıranın kendisine geldiğini anlayıp düşe kalka hasta yatağından dışarı çıkıp zırhını giyinmiş, silahlarını kuşanmış, İmam Hüseyin’den savaşa gitmek için izin istemişti. Ancak çok zayıftı, titriyordu. Tam meydana yürüyecekti ki Hz. İmâm Hüseyin: “Ey gözümün nuru! Şu anda sana şehitlik izni yoktur çünkü Hz. Peygamber’in soyu, yani Ehl-i Beyt’nin devamı sana bağlıdır. Mustafa ve Murtazâ’nın soyunun bekâsı senin sağ kalmana bağlıdır!” diyerek onun savaşa gitmesine izin vermemiştir.
Hz. Zeynel Abidin: “Ey baba! Ben şahâdet şerbetinden mahrum mu kalacağım?” dedi. Hz. İmâm Hüseyin: “Ey ciğer köşem! Belâ meclisinde şahâdet kadehini içmene henüz sıra gelmemiştir.” Sonra oğlu Zeynel Abidin’i bağrına bastı. Yüzünü yüzüne sürdü, O’na vedâ etti: “Ey gözümün nuru! Sabırı elinden bırakma ki o yol Peygamberlerin ve evliyânın ahlâk yoludur. Eğer bize bu musibet nasip olmasaydı, bizden sonra gelecek Müslüman kimselere, bir belâ inse, onu ilâhi bir gazap diye düşünerek üzüleceklerdi. Ne saâdet ki, belâ bizim yanımızda hakikat ehlinin sevgilisidir. Ve musibetin başa gelmesi ümmetin Allah’tan korkanları için teselli sebebidir.”
Bundan sonra Hz. İmâm Hüseyin, annesinden kalan Mushaf’ı, dedesinden ve babasından kalan mukaddes emanetleri oğlu Hz. Zeynel Abidin’e teslim etti. Bunlar kıyâmet ilmi ve baki ilimlerdi ki bunları imamlardan başkasının muhafaza etmesi mümkün değildi.
Böylece Hz. İmâm, vasiyyetlerini tamamladı ve emanetleri oğluna teslim ettikten sonra “Ehl-i Beyt’e” kadınlarına ve çocuklara “Allah’a ısmarladık” diyerek meydana yürüdü ve tekrar Kûfelilerin karşısına çıkarak: “Ben Resullah’ın oğluyum, ben Allah’ın velîsi Ali Murtazâ’nın evlâdıyım!” diyerek son bir defa daha zâlimler topluluğuna seslenerek şunları söyledi: “Ey zâlim kavim? Ey gaddar topluluk! O yüce Allah’ın kahredici kahrından çekinin ki O Allah, Firavun’un yanında bulunanları Nil ırmağının selleri içinde boğdu. Fil ashabının askerini Ebabil kuşlarının hücumu ile mağlup etti. Korkun o Allah’tan ki o Cebbar’ın gazabından ki Lut kavmi âsillerinin şehrini darmadağın etti. Nuh oğullarının yurduna ölüm selleri yürüttü. Ey zâlimler! Eğer kazâ dîvânının Hâkimi’ne, Hz. Resul’ün şeriâtına inanıyor ve bunlara boyun eğiyorsanız bu işlerin sonunu düşünün, bu zulümlerden tövbe edin. Bana âmân verin ki bu çocukları, bu kadınları alıp gurbette ayakaltında ezdirmeden Habeş diyarına veya Anadolu’ya gideyim. Bu Arap adası ile Babil topraklarını size bırakayım.”
Hz. İmâm Hüseyin’in bu sözlerinden sonra askerlerinin inançlarını değiştireceğini anlayan Yezîd ordusunun başındakiler: “Ey Hüseyin! Bizim savaşımız Yezîd’in emriyledir. Senin kurtuluşun ona biat etmektir. Ya kabul edip biat edersin ya ölüme boyun eğersin!” dediler. Daha sonra okçulara şu emri verdiler: “Hüseyin’i göz açtırmadan ok yağmuruna tutun!” Askerler de Hz. İmâm’ın üzerine ok yağdırmaya başladılar Hz. İmâm Hüseyin, meydanda dolaşıp : “Er istiyorum!” dedi ve karşısına çıkanları birer vuruşla öldürdü.
Düşman askeri derhal etrafını sardı, mızrak ve kılıç darbeleriyle onu atından yere düşürdüler. Ömer İbn-i Sa’d, Hz. İmâm’ın yere düştüğünü görünce hemen öldürülmesini istedi. Ömer’den bu emri alan bir Kûfeli asker, Hüseyin’i öldürmek için yanına gitti. O zaman Hz. İmâm Hüseyin: “Ey bedbaht! Beni öldürecek adam sen değilsin. Bu kötü işe kalkışma ki yazıktır. Sonra cehennem ateşine uğrarsın.”O adam ağlayarak: “Ey Resulallah’ın oğlu! Bu halde iken bile hâlâ bize acıyorsun. Hak ehli olduğuna şüphem kalmadı!” dedi ve korkusuzca geriye dönüp elindeki kılıcı Sa’d oğlu Ömer’e fırlattı. Ömer’in adamları koştular, kılıcın ona vurmasına engel oldular ve daha sonra o adamı yaraladılar. O da yaralı bedeniyle Hz. İmâm’ın yanına geldi: “Ey İmâm Hüseyin! Senin için beni şehit ediyorlar!” dedi. Hz. İmâm da: “Mücâhidlerin ameli kaybolmaz!” dedi. Sonra o kişiyi şehit ettiler. Bu olanlardan sonra Enes oğlu Sinan ile Şimir Zilcevşen, Hz. İmâm Hüseyin’i şehit etmek için üzerine yürüdüler. Zalim Şimir, öne atılarak Hz. İmâm’ın karşısında dikildi. Hz. İmâm gözünü açtı: “Ey bahtsız adam! Sana kim derler?” diye sordu. O alçak: “Ben Şimir Zilcevşen’im!” diye cevap verdi. Hz. İmâm: “Zırhının ucunu pis yüzünden çek ki, seni göreyim!” dedi. Şimir, zırhını çektip pis yüzünü gösterdi. Hz. İmâm Hüseyin, o alçağın dişlerinin domuz dişi gibi murdar ağzından dışarı çıkmış olduğunu gördü.
Hz. İmâm: “Resulallah, doğru söylemiş! Bu bir nişânedir” dedi. Gerçekten de Allah’ın Resulü, Hz. İmâm Hüseyin’e rüyasında, onun katilini ve şahâdet vaktini bildirmişti. Şimir, Hz. Peygamber’in tarifine uyuyordu.
Hz. İmâm dedi ki: “Ey Şimir! Benim öldürülmem sana mukadder kılınmıştır. Ama bugün hangi gün ve hangi vakittir? Ve bu ay hangi aydır?”
Şimr bedbahtı: “Bugün on Muharrem, günlerden Cuma günüdür. Vakit de ikindi vaktidir!” diye cevap verdi.
Alçak Şimr, Hz İmâm’ın baş kaldırmasına zaman bırakmadı ve Hz. İmam’ı şehit etti. Hz. Hüseyin’in o andaki durumunu, değerli bir ozanımız İmam Hüseyin’in ağzından şöyle dile getiriyor:
“Cezbe-i aşk-ı ilâhi böyle etti iktiza
Canımı, envalimi, evladımı kıldım feda.
Ta ki, olsun bu vücudum Hakk’a rehnüma”

O anda kanlar içerisinde yatan Hz. İmam Hüseyin: “Hükmüne razıyız Allah’ım” diyerek, Allah’tan şükrünü kesmiyordu. Kadınlar ise çadırlardan çıkmışlar, feryad ediyorlardı. Mana âleminde ise Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hatice, tüm bu olanlara bir anlam veremiyorlar, için için ağlıyorlardı. O anda arş titremiş, melekler feryat etmişti. Güneş utanmıştı parlamaktan. Sema kan rengine bürünmüştü. Orada, Fırat’ın kenarında insanlığın en yücesi, kâinatın varlık sebebi, olan Hz. Hüseyin; zalim Yezid’in ve hain uşakları tarafından şehit edilmişti. Fırat’ın suları ağlıyordu, Kerbela’nın kızgın kumları ağlıyordu, çöl ağlıyordu, kâinat ağlıyordu.

İMAM HÜSEYİN’İN KIZI HAZRET-İ SAKİNE’NİN FERYADI
İmam Hüseyin’i şehid ettikten sonra Şimir, emir verdi: ”Çadırları ateşleyin, yakın” dedi. Bu emri alan askerler, derhal çadırları ateşe verdiler. Çadırların ateşe verildiğini gören İmam Hüseyin’in arkada bıraktığı acılı Ehl-i Beyt hanedanı, çığlıklar içersinde çadırları terk etmeye başladılar. O vakit İbni Ziyad’ın askerleri arasında bulunan Ravi adında bir asker, bu olayı şöyle anlatıyor: “Gördüm ki uzun boylu bir hanım, attı kendisini yanan çadırın içersine, fakat perişan bir halde eli boş olarak geri döndü. İkinci defa yine attı kendisini yanan çadırın içine, yine perişan bir halde boş döndü, üçüncü defa yine attı kendisini yanan çadırın içersine.
Ravi, şöyle devam ediyor: “Ben o zaman kendi kendime, herhalde bu hanımın çok kıymetli mücheverleri veya buna benzer bir şeyi var ki, canını hiçe sayarak, defalarca yanan çadırın içersine girip, eli boş çıkıyor” diye düşündüm. Daha sonra gördüm ki, hanımın kollarında gencecik bir civan var. Uzun boylu hatun, yani Hz. İmam Hüseyin’in kız kardeşi Zeyneb-i Kübra, delikanlının kollarından tutmuş, ayakları yerde sürüye sürüye yanan çadırın içersinden genç bir delikanlıyı dışarı çıkardı. Daha sonra öğrendim ki, bu genç delikanlı, Hz. İmam Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin idi. Zeynel Abidin, hasta idi, dermansız kalmıştı, tüm yakınları ile birlikte canı kadar sevdiği babası İmam Hüseyin, en son olarak gözleri önünde şehit edilmiş, cansız bedeni kanlar içersinde yatıyordu. Zaten zayıf olan bedeni, bu gördükleri karşısında tamamen kuvvetten düşmüş, yanan çadırın içersinden kendisini dışarı atamamıştı. İşte uzun boylu hanımın kendi canını hiçe sayarak defalarca yanan çadırın içersinden çıkarmaya çalıştığı, Zeynel Abidin idi.”
Ravi, şöyle devam ediyor: “Tam o sırada gördüm ki bir kız çocuğu, eteğinin ucundan ateş almış ağlıya ağlaya meydanın ortasına doğru koşuyordu. Kızı bu vaziyette görünce, içim dayanmadı; derhal sürdüm atımı, kızdan tarafa ama bir an için kızı göremedim. Daha sonra baktım ki kız çocuğu, atımın ayakları arasında büzülmüş, esen rüzgârdan sallanan ağaçtaki yaprak gibi titriyordu. Atımdan inip, kızın yanan eteğini söndürdüm; baktım ki, susuzluktan dudakları çatlamıştı. Mataramdaki suyu kıza verdim, “al iç bu suyu” dedim. Baktım ki kız suyu içmeyip, eteğinin altına sakladı. Bu durumu görünce kıza, “Ne için içmiyorsun” diye sordum.
Kız, bana: “Şu anda günlerdir çadırlarda bir yudum su içmeden yatan hasta bir kardeşim var, bu suyu ona götüreceğim” dedi.
Ravi: “Kızım, sen bu suyu iç, su yasağı kalktı artık” diyerek, kızın suyu içmesini istedim. O küçük kız, benden bu haberi duyuca, “ey iyi yürekli! Atam Hüseyin’e su verip mi şehit ettiler, yoksa vermeden mi şehit ettiler?” diye sordu.
Ben: “Atan Hüseyin’e su vermediler, susuz şehit ettiler onu” dedim. O vakit küçük kız, mataradaki suyu yere döküp, “Ben bu suyu içemem” dedi ve yüzünü meydana doğru çevirip, bir müddet baktıktan sonra koşarak meydanın ortasına vardı ve kanlar içersinde yatan şehitlerin arasında babasını bulmaya çalıştı, ama bir türlü onu tanıyamadı. O vakit: “Ya baba! Ya Hüseyin!” diyerek, yüksek sesle ağlayarak babasını çağırmağa başladı.”
Ravi, devam ediyor: “O vakit gördüm ki İmam Hüseyin: “Kızım! Beni çukur bir yere bıraktılar, sesimin geldiği tarafa gel” diye kızına sesleniyordu. Sakine ağlayarak, attı kendisini sesin geldiği tarafa ve doladı kollarını, babasının başsız bedenine. Daha sonra Sakine, bir an için ellerini babasının bedeninden çekip, şöyle seslendi: “Ey Babacığım! Eğer sağlığında yaptığın gibi beni tekrar bağrına basmazsan, belki sana kalbim kırılabilir.” Sakine’nin bu feryadını duyan İmam Hüseyin, doladı kollarını, kızı Sakine’nin boynuna ve bastı onu bağrına. O vakit Sakine: “Ey babacığım! Beni bu yaşımda öksüz koydular, beni dövdüler ve bizleri çok incittiler” diyerek, babasına şikâyette bulunuyordu. Tam bu sırada kan içici Şimir, Raciz adındaki bir meluna emir verdi: “Git o yetimi babasından ayır” dedi.
Raciz melunu, gidip ne kadar uğraştı ise de Sakine’yi babasından ayıramadı. Şimir, tekrar seslendi, Raciz’e: “Vay olsun sana, yazıklar olsun sana ki, küçücük bir çocuğu babasından ayıramadın.” Melun Raciz: “Ey zalim! Ben aciz kaldım, kızı babasından ayıramadım” dedi. O vakit Şimir: “Gör bak şimdi ben onu nasıl ayıracağım babasından” diyerek, gelip Sakine’yi babasından ayırmak istedi, kaç defa denedi ise de Sakine’yi babasının bedeninden ayıramadı. Bu defa İmam Hüseyin’in elinin üstüne vurmağa başladı ise de İmam, yine elini kızının üstünden çekmedi. Bu durumu gören zalim Şimir, bu defa elindeki kamçıyı kaldırıp, Sakine’nin başına vurmaya başladı. Sakine tekrar: “Baba, bu zalim beni yaraladı, canımı yaktı” diyerek, tekrar ağlamağa başladı. O vakit, Sakine’nin o haline arşın sakinleri olan tüm melekler ve Peygamber ağladı; Ali ağladı, Zehra ağladı ve Fatıma ağladı. Sakine: “Ey Şimir! Ne olur, beni babamdan ayırma; seni tekrar babama şikâyet etmekten vazgeçtim” dedi ise de. Şimir, Sakine’nin bu teklifini de kabul etmedi. Sakine tekrar: “Bunu kabul etmiyorsan, bırak ta kardeşim Ali Asgar’ı ziyaret edeyim” dedi. Şimir, Sakine’nin bu teklifini kabul etti. Sakine, Ali Asgar’ın o kanlı kundağını, bağrına bastı

KERBELA OLAYI İMAM HÜSEYİN’İN KADERİ MİYDİ?
Her şey tamamen Allah’ın iradesi ile meydana gelir. Örneğin: Bizim ne zaman ve nasıl bir anne-babadan doğacağımız, beyaz mı, siyah mı, Hristiyan mı, Yahudi mi, Müslüman mı olacağımız ve ne vakit öleceğimiz. Ayrıca nasıl bir evlilik yapacağımız, kaç yıl yaşayacağımız ve buna benzer “gaybe ait olaylar”, bizim irademiz dışında gelişirler.
İkincisi ise bizim irademiz dâhilinde meydana gelen olaylardır. Burada bizim, yani insanın kendi aklını kullanarak, iyiyi ve kötüyü seçme şansı vardır. Örneğin: Adam öldürmenin, hırsızlık yapmanın, yalan söylemenin ve bunlara benzer şeylerin kötü fiiler olduğunu bildiğimiz için yapmayız. Zorda kalan bir kimseye yardım, fakiri-fukarayı gözetmenin, büyüklere gösterilen saygının örnek bir davranış olduğunu bildiğimiz için yaparız. Yine hastalandığımız zaman doktora gider, tedavi oluruz, bir salgın hastalık baş gösterdiğinde karantina uygular, gerekli aşıları yaparız. “Bunlar bizim kaderimizmiş” diyerek, beklemeyiz. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Şimdi gelelim gerçek konumuza, acaba Hz. İmam Hüseyin’in başlatmış olduğu bu hareket, yani Kerbela olayı, bu iki türlü kader tanımından hangisine uygun idi? İmam Hüseyin’in başlatmış olduğu bu hareket, hesapsız, plansız, bilinçsiz bir hareket miydi? Yoksa planlanmış, kararlı, bilinçli dört-dörtlük bir inkılâp mıydı? Hz. İmam Hüseyin’in başlatmış olduğu bu hareket, bir kutsal diriliştir, bir ayağa kalkıştır, kısacası bir uyanıştır. Bundan dolayı da bu olayda kader denilen olayın her ikisi de mevcuttur.
Birincisi: Hz. İmam Hüseyin doğduğu zaman, Cebrail’in Hz. Peygamber’imize gelip, Hüseyin’in doğumunu kutladığı, aynı zamanda baş sağladığı dilediği pek çok kaynakta ifade edilmektedir. Ayrıca doğumundan şahadetine kadar, Hz. İmam Hüseyin’in “Kerbela” meydanında şehid edileceği, dedesi Hz. Peygamber efendimiz tarafından defalarca dile getirilmiştir. Peygamber efendimiz, tarafından defalarca dile getirilen ve gerçekleşmesi muhtemel olan bu olay, Allah’ın iradesi doğrultusunda olması gerekendir.
İkincisi: Hz. İmam Hüseyin’in başlatmış olduğu bu hareket, dedesi Muhammed Mustafa’nın ve babası Aliyye’el Mürteza’nın getirmiş olduğu İslam’ın değerlerini, İslam’ın özünü korumak içindi. Bunun için İmam Hüseyin, her şeyi göze alıp Yezid’e biat etmemişti. Hz. İmam Hüseyin, bu yolu seçmekle; Yezid’in gerçek yüzünü göstermiş, Peygamber soyuna ve getirmiş olduğu dinine karşı reva görülen zulümleri, bir bir, safha safha gözler önüne serip göstermişti. Yine İmam Hüseyin, bu yolu seçmekle Ümeyyeoğullarının, sözde inanmış ve Müslüman görünenlerin gerçek yüzlerini, zulümlerini; tarihe kanlı bir sayfa olarak geçirmiştir. Tüm bunlar İmam Hüseyin’in kendi iradesi doğrultusunda aldığı kararlardır.
Görülüyor ki, İmam Hüseyin’in başlatmış olduğu bu hareket, öyle rast gele bir hareket değildir. İmam Hüseyin, suya düşüp akıntının seyrine kapılıp giden bir yaprak gibi, kendisini bu akıntının seyrine bırakmamıştır.”Benim kaderim, bu imiş” diyerek, her şeyden vazgeçmemiştir. Bunu da şuradan anlıyoruz ki, yanında bulunanların hiç birine zarar gelmesini istememiştir. İnandığı yolda emin adımlarla ilerlemiştir. Böylece hem ilahi takdire karşı gelmemiş, hem de kendi iradesini sonuna kadar kullanmasını bilmiştir. Bu da gösteriyor ki, İmam Hüseyin, bu işe kalkışırken, başından sonuna kadar tüm olacakları biliyordu ve tüm hazırlıklarını buna göre yapmıştı. Hiçbir şeyi şansa ve kadere bırakmamıştı…
İmam Hüseyin, henüz yoldayken şair Ferezdak, ile karşılaşır. Ferezdak:
“Ey Hüseyin! Gel vazgeç! Küfelilerin gönlü senden yana, kılıçları ise Yezid’den yanadır” diyerek, kendisini uyarmıştı. Ama İmam Hüseyin; “ Ölüm, zilleti kabul etmekten evladır” dedikten sonra: “Ey Allah’ım! Sen biliyorsun ki, benim bu hareketim, herhangi bir saltanat ve dünya malı elde etmek için değildir. Benim bu hareketim, İslam’ın değerlerini korumak, senin dininin gerçeklerini ortaya koymak, beldelerinde ıslahat yapmak ve mazlum kullarını kurtarmak için yapılan bir harekettir” diyerek, ne yapmak istediğini çok açık olarak dile getirmiştir.
Hz. İmam Hüseyin’in yol boyunca, muhtelif duraklarda yaptığı konuşmalarını, ayrıca Kerbela’da iken Küfelilere yaptığı konuşmalarını, ele aldığımızda bu hareketin, dört-dörtlük bir İslam’î inkılâp olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İmam Hüseyin, yol boyu, Kûfe tarafından gelenlerden Kûfe halkının kendisine ihanet ettiğini, Müslim Akiyl’i şehit ettiklerini öğrenmişti. Edindiği bu bilgilerden sonra yanında bulunan sadık dostlarına: “Sizlerin üzerinizdeki hakkımı, biat’ımı kaldırıyorum ve teşekkür ediyorum. Hepinizden razıyım. Bunların davası benimle, siz benden ayrılıp gidebilirsiniz. Ne ben engel oluyorum ne de düşman, hangisini isterseniz seçin, serbestsiniz” diyerek, onları kendi iradelerine bırakıyordu.
İmam Hüseyin bunları söylüyordu, çünkü o bu hareketin sonucunu çok iyi biliyordu. Bunun için, “ben, hiçbir zaman sizi mecbur etmiyorum, gecenin karanlığından faydalanıp gidebilirsiniz” diyerek, onları bu felaketin dışında tutmak istiyordu.
İmam Hüseyin’in bu sözlerinden sonra onun sadık dostlarından bazıları, bunu bir fırsat bilip gittiler. Ancak Müslim ibni Avsace: “Ey Ebu Abdullah! Eğer beni yetmiş kere öldürüp yaksalar ve sonra yine diriltseler, yine de son nefesime dek senden ayrılmam; oysaki sadece bir kere öldürülmek var ve senin için öldürülmek, sonsuz bir yücelik ve keramettir” diyerek, düşüncelerini dile getiriyordu.
İşte pek çok kime, Avsace’nin söylediği gibi düşünüyor ve bu düşündüklerini açık açık söylüyorlardı. Bundan dolayıdır ki, bu vefekâr kimselerin bu hareketi, tarihe bir vefa borcu ve fedakârlık örneği olarak, altın harflerle yazılmıştır… Görüldüğü gibi Kerbela şehitlerine değer verilmesi de bu yüzdendir. Çünkü onlar, kendisiyle kalıp mutlak ölümü yaşamaları için zorlanmamıştır. Zaten zorlamayla olan bir şahadetin değeri de yoktur.
Bazı kimseler, “eğer Kerbela olayı, Hz. İmam Hüseyin’in kaderi ise, o vakit Yezid’in suçu nedir?” diye soruyorlar. Yukarıda iki türlü kader olduğunu söyledim, dir. Ancak Yezid, kendi iradesine bağlı olan ve yukarıda verdiğim 6 ve 7. Kur’an ayetleri doğrultusundaki ikinci “kaderi”, yani kendi hür iradesini yanlış olarak kullanmıştır, seçimini yanlış yere kullanmış. Böylece Allah’ın, “Eğer seni ve Ehl-i Beyt’ini, yaratmayacak olsaydım, bu âlemleri yaratmazdım” dediği Hz. Peygamber’in göz bebeği, oğlunu, İmam Hüseyin’i şehid etmiştir. Bilindiği gibi İmam Hüseyin, “Rahim” sıfatına maliktir. Yezid, bu hareketiyle rahim sıfatını ortadan kaldırdığı için bu dünya arsasına bir daha rahimden gelemeyecektir. Bu da ebedi olarak cehennemlik demektir.
Vereceğim şu örneği, dikkatle okuyalım ve düşünelim: Tamamen kendi iradelerinin dışında nehir suyunun akıntısına kapılmış iki yaprak düşünün. Bir müddet sonra yapraklardan birisi, türlü çiçeklerle bezenmiş, cennet misali yeşillik bir yere takılıp kalacaktır. Diğer yaprak ise, bir pislik içersine gömülüp kalacaktır. Birinci yaprağı Hz. İma Hüseyin olarak düşünün; ikinci yaprağı da Yezid olarak kabul edelim. İşte Hz. İmam Hüseyin ile Yezid’i bu iki yaprak gibi düşünün. Yorumunu siz okuyucularıma bırakıyorum…
5 Aralık 2011
10 Muharrem 1433
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(0n Birinci gün)
KANLI KERBELA OLAYININ İÇ YÜZÜ VE ZEYNEL ABİDİN
Hazreti Zeynel Abidin, İmam Hüseyin’in oğlu Ali’dir. Künyesi “Ebu Muhammed”, Lâkabı “Zeynel Abidin” veya çok secde ettiği için Seccad olarak da anılmaktadır. Zeynel Abidin, 5 Şaban 659 yılında Medine’de dünyaya geldi, otuz dört yıl imamet makamında bulundu. 58 yaşında iken Mervan oğlu Velid tarafından 717 yılında zehirlenerek, şehit edildi. Kabri, Medine’dedir, mekânı nur olsun. Hz. İmam Zeynel Abidin’in 11 erkek, 4 kız evladı vardı.
Zeynel Abidin Hazretleri ile ilgili olarak bu bilgileri verdikten sonra, gerçek konumuza gelelim.
Kerbela faciasını ele alırken, hem zâhiri, hem de bâtıni yönden incelememiz gerekir. Biz bu olaya, Kerbela kıyamı diyoruz, çünkü “kıyam” sözcüğü, ayağa kalkış, kutsal diriliş ve yeniden doğuş anlamlarına gelmektedir. Bu ayağa kalkış, kutsal diriliş, o kadar açıktır ki, hiçbir delil göstermeye gerek yoktur. Bundan dolayıdır ki, bu kutsal dirilişin özelliklerini incelemek ve onun gerçek yönlerini ortaya koymak çok önemlidir.
Acaba bu ayağa kalkış, yani kutsal diriliş, İmam Hüseyin’in Yezid’e karşı başlatmış olduğu hareketin biçimi ile mi, yoksa ülkü ve idealleri ile mi ilgilidir? Veya ayağa kalkışı, vücuda getirenlerin şahsiyet ve karakterleri ile mi ilgilidir?
Kerbela faciasını ele aldığımız zaman, en bariz iki özelliği olduğunu görürüz. Bu özelliklerin birinci ayağı şahadet faslı, ikinci ayağı ise esaret faslı’dır. Kerbela faciasını bu iki özelliği ile ele almak ve buna göre irdelemek gerekir. Eğer kanlı Kerbela faciası, 1331 yıldan günümüze dek aynı duygu ve tazeliğini muhafaza ediyorsa ki ediyor. Bu iki özelliğinden dolayıdır ki bunlardan birincisi: On Muharrem günü Kerbela çölünde İslam ve insanlık uğrunda canlarını feda eden Kerbela şehitlerdir. İkincisi ise: Facia sonrası Ehl-i Beyt ailesinin yaşadığı esarettir. Sonuç olarak Kerbela faciasının manevi liderleri: Şehitler ve esirlerdir.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, Kerbela çölünde haksızlıklara boyun eğmeyerek, dedesi Hz. Muhammed ve babası Hz. Ali’nin yakmış olduğu İslam meşalesini, hiç sönmeden günümüze kadar taşıyan, yine bu uğurda tüm yakınlarını şehit veren Hz. İmam Hüseyin ve yakınlarının kanları ile kızıla boyanan kum tanecikleri, çöl fırtınalarıyla dünyanın dört bir köşesine yayıldı ve her kum tanesi, bir İmam Hüseyin ve diğer Kerbela şehidi oldular. İşte bundan dolayıdır ki, bu facianın birinci kahramanları, “Şehitlerdir.”
Yine İmam Hüseyin, Yezid’e biat etmeyip, “şahadeti” seçmekle Yezid’in gerçek yüzünü göstermiş oluyor ve yargılamayı tarihe bırakıyordu, öyle de olmuştur. İmam Hüseyin, İslam ve insanlık uğruna kendisini, kendi arzularıyla dostlarını, ehlini-âyalini tehlikeye atmak zorundaydı. Resulallah’a ve dinine karşı kendisini amaç edinenlerin iç yüzlerini, tarih önünde göstermek istiyordu. Süt emen çocuğuna kadar tüm yakınlarına kastedenleri ve Hz. Muhammed’in soyuna reva görülecek olan bu zulmü, bir bir, safhasafha gözler önüne serip gösterecekti. Böylece Ümmeyye oğullarının, sözde inanmış görünenlerin zulümlerini, tarihe kanlı bir sayfa olarak geçirecekti ve öyle de olmuştur.
İkincisi ise esirlerdir: Çünkü esirler kervanı, Kerbela faciasının günümüze dek tazeliğini korumasında özel bir görev üstlendiler. Bugün içi Ehl-i Beyt sevgisiyle dopdolu olan her Müslüman’ın dilinde, Ehl-i Beyt kadınlarının ve çocukların, kızgın çöllerde ve çıplak develer üzerinde günlerce Küfe ve Şam yollarındaki serüvenleri söylenmektedir. Onlar için ağıtlar, mersiyeler düzülmektedir. Eğer bu iki unsur olmasaydı kutsal diriliş, yani ayağa kalkış, hedefine ulaşmış olamazdı.
İşte bu yüzden bu kutsal dirilişin önderi Hz. İmam Hüseyin; kendi kadın ve çocuklarından olan Ehl-i Beyt Hanedanı’nı da beraberinde getirmişti. On Muharrem günü kanlı facianın yaşandığı anda; İmam Zeynel Abidin’in, Allah’ın iradesiyle hastalanması ve savaşa katılamayıp esir düşmesinin önemli bir ilahî hikmeti olmalıydı ve öyle de olmuştur.
Hz. İmâm Zeynel Âbidin, Kerbelâ faciası anında henüz 21 yaşlarında ve hastadır. Hz. İmam Hüseyin’in en son olarak henüz süt emen minicik yavrusu Ali Asger’i de şehit verdiğini gören Zeynel Abidin, sıranın kendisine geldiğini düşünerek, düşe kalka silahlarını kuşanıp savaşa hazırlanmış ve babasına giderek elini öpüp, savaşa çıkmak için izin istediğinde, Hazreti İmam Hüseyin’in: “Hayır oğlum! Sen bu savaşa katılmayacaksın, bu savaşta sana şahadet izni verilmedi, sen kalacaksın ki soyumuz, yani Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyti’nin soyu, seninle devam etsin” diyerek, oğluna izin vermediği bilinmektedir. Çünkü bunun böyle olacağı, Kur’an ile de onaylanmıştır. Kur’an’daki “Kevser Suresinin birinci ayetinde: “Ey Resulüm! Biz, sana Kevser’i verdik, senin soyun Kevser’den yürüyecektir” denilmektedir. Kevser, “Hazret-i Fatımatü’z-Zehra ile Hazreti Ali Keremullahu Veche’dir.
İşte bundan dolayıdır ki Ehl-i Beyt Hanedanı’nın soyunun günümüze kadar gelmesi ve bu soyun devam etmesinde Zeynel Abidin’in özel bir rolü vardır. Ondan başka hiç kimse bu görevi hakkıyla yerine getiremezdi. Ancak, burada Hz. İmam Hüseyin’in bacısı ve Şah-ı Velâyet İmam Ali’nin kızı Zeyneb-i Kübra’nın, Kerbela faciası sırasında ve daha sonraki esaret sırasında yüklendiği rol ve göstermiş olduğu fedakârlık, hiçbir zaman akıllardan çıkmamalıdır.
İmam Zeynel Abidin’in yüklendiği görev daha başkaydı. Hz. İmam Hüseyin’in başlatmış olduğu bu ayağa kalkışı, O keremler sahibi yüceler yücesi Tanrı planladığı için, hikmetinin gereği olarak, bu facianın çeşitli kesitlerinde, özel bir görevi yürütmek üzere belli kimseleri seçmişti. Seçilen bu kimselerden birisi de İmam Zeynel Abidin Hazretleri idi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu facia sırasında kendisine şahadet izni verilmeyen İmam Zeynel Abidin, ilâhi hikmet gereği, bu facia esnasında hastalandı ki, şahadet kalemiyle değil, esaret kalemiyle tarihe geçmiş oldu ve böylece Kerbela faciasının ikinci bölümünde yer aldı.
Kerbela faciasından sonraki otuz üç yıllık zaman içersinde hem İslam ümmetinin, imamet önderliğini yürüttü, hem de Kerbela faciasından sonra, bu olayı yanlış mecralara sürüklemeye çalışan ve Kerbela olayını, bir hilafet meselesiymiş gibi göstermeye çalışan kimselerle mücadele etti. Kerbela faciasını eleştirenlere karşı; en aydınlatıcı açıklamaları yaptı ve Ümeyye oğullarının gerçek yüzlerini tüm âleme göstermiş oldu. Böylece Yezid ve yandaşlarının yaptıkları bu hareketin tarihe kanlı bir sayfa olarak geçmesini sağlamış oldu. İmam Zeynel Abidin, esaret döneminin en canlı tanıklarından birisi olmak hasebiyle, uyumuş ve gaflete dalmış olan düşünceleri uyandırdı. Böylece, sözde inanmış görünen Ümeyye oğullarının ve Emevi zalimlerinin çirkin yüzlerindeki maskelerini düşürdü, onların alçak ve iğrenç yanlarını tüm cihana göstermiş oldu.
Hz. Zeynel Abidin’in hiç ara vermeden yaptığı bu açıklamalar, halkın kalp, göz ve kulaklarını örten cehalet ve gaflet perdelerini kaldırdı; onların, Kerbela gerçeğini görmelerini sağladı. Böylece kandırılmış ve aldatılmış olan insanların gözlerini açmış oldu. Zeynel Abidin, bu hareketiyle az öncesine kadar yaptıkları cinayetlerle övünen ve bunu galibiyetmiş gibi değerlendiren düşmanlarını, yaptıklarına pişman etti.
Buraya kadar Hz. İmam Hüseyin’in başlatmış olduğu bu hareketin, önemini, ayrıca şahadetten sonra esaret safhasında Zeynel Abidin ile Zeyneb-i Kübra’nın yüklendikleri rolün önemini anlatmaya çalıştım. Bundan sonra da Zeynel Abidin’in esaret dönemindeki tüm konuşmalarını, üç bölümde aktarmaya çalışacağım:
1- İmam Zeynel Abidin’in, Emevi hükümet başkanlarıyla yaptığı münazaralar.
2- İmam Zeynel Abidin’in, kandırılmış bazı insanlarla yaptığı konuşması.
3- İmam Zeynel Abidin’in, Kûfe, Şam ve Medine’deki umuma hitaben yaptığı konuşmaları.

ZEYNEL ABİDİN’İN UBEYDULLAH İBN-İ ZİYAD İLE YAPTIĞI MÜNAZARA
Cenabı Allah’ın, âlemlere rahmet olarak gönderdiği ve “Eğer seni ve Ehl-i Beyt’ini yaratmayacak olsaydım, bu âlemleri yaratmazdım” dediği o yüce Peygamber’in Ehl-i Beyt’ini, yani Kerbela faciasının esirlerini, Kûfe’ye götürdüklerinde İmam Hüseyin ve dostlarını şehit etmek ve geride kalanlarını ise esir etmekle zafer ve gurur sarhoşluğuna kapılmış olan Kûfe emiri Ubeydullah bin Ziyad, tahtına oturdu. Sözde gururlandırıcı zaferini kutlamak için esirlerin meclise getirilmesini emretti.
Esirler huzuruna gelince de ilk önce dokunaklı sözleriyle sabır ve istikamet sembolü olan Hz. Zeyneb-i Kubra’nın kalbini yaralamaya başladı. Cinayet işleyenlerin alışkanlık haline getirdikleri gibi bu yaptıklarından lezzet almak istiyordu. Ama Hz. Ali’nin kızı Zeyneb’in, İbni Ziyad’ın zayıf ve hakir şahsiyetine büyük ve ağır bir darbe indiren ateşli konuşması, İbni Ziyad’ı bu lafzî münakaşada acı bir yenilgiye uğrattı.
Daha sonra yaralı bir yabandomuzu gibi yenilgisini telafi edebilmek için İmam Zeynel Abidin’i göstererek: “Bu kimdir?” diye sordu. “Hüseyin’in oğlu Ali” dediler.
İbn-i Ziyad: “Hüseyn’in oğlu Ali’yi Allah öldürmedi mi?” diye sordu. İbni Ziyad, bu sözleriyle Hz. Hüseyin ve diğerleri, Emevi hükümeti aleyhine baş kaldırdıkları için İslam kanunları gereğince kendileri değil, Allah’ın isteğiyle öldürüldüler. Yani Allah, onları cezalandırmış, kendilerinin hiçbir günahı yokmuş gibi göstermek istiyordu. Çünkü onlar, böyle bir cezayı hak etmişlerdi. O halde bu olayda ne o ve ne de bağlı olduğu Emevi hükumeti, hiçbir şer’î mesuliyet taşımıyordu. Ama onlar, bu şeytani oyunların, Allah’ın adaleti karşısında etkisiz kalacağını bilmiyorlardı.
İmam Zeynel Abidin, İbni Ziyad’ın bu sözüne: “Benim Ali adında bir kardeşim vardı, senin Kerbela’ya gönderdiğin melunlar peygamber düşmanları onu öldürdüler. Yani sen ve Kerbela’ya gönderdiğin melunların hepsi kardeşim Ali’nin katlinden sorumlusunuz” diyerek, İbni Ziyad’ın kendilerinin hiçbir suçu yokmuş gibi kendilerini suçsuz göstermeye çalışmasını, cevaplamış oldu.
Bu cevap karşısında İbn-i Ziyad’ın söyleyebileceği hiçbir şey kalmamıştı. Yeniden önceki sözünü tekrarladı ve şöyle dedi: “Biz değil, Allah onu öldürdü.” Bunun üzerine İmam Zeynel Abidin, Zümer Suresinin 42. ayetini okudu: “Allah, ölüm zamanı gelenlerin canını alır.” Yani, Allah’ın tekvini iradesi doğadaki tüm olayları ihata etmiş ve ölüm de bu olaylardan biridir; dolayısıyla da Allah’ın tekvini irade ve izni olmaksızın gerçekleşmemektedir; ama bunun insanın iradi ve ihtiyari işlerdeki mesuliyet ve iradesiyle hiçbir çelişkisi yoktur. İnsanın işlerinin iyi ve kötü, uygun ve uygunsuz işler diye ikiye ayrılması ve gereğince sevap veya ceza görmesi de bu esas üzeredir. Mamafih, şehitlerin ölümünü, Allah’ın tekvini iradesine dayandırmak, Allah’ın iradesinin de bu olduğu anlamına gelmediği gibi, katillerin mesuliyet ve özgürlüğü ilede çelişmemektedir. Bunun en bariz şahidi ise, “Kerbela olayında Hür b. Yezid-i Riyahi” dir; o son anlarda kan içici zalimlerden ayrıldı ve şehitler kafilesine katıldı. Bu açıklamalar karşısında Zeynel Abidin’in güçlü mantığı karşısında aciz kalan, diğer yandan da şeytani gurur ve kibire kapılmış olan İbni Ziyad, Zeynel Abidin’e: “Nasıl olur da bana böyle cevap vermeye cüret edebilirsin?” dedi. Daha sonra da cellâtlarına: “Götürün bunun boynunu vurun.” diye emretti.
Bu esnada Zeyneb-i Kübra, cesaretle ileri çıktı ve elini yeğeninin boynuna dolayarak şöyle dedi: “Eğer onun boynunu vuracaksanız ilk önce beni öldürün.” Zeyneb’in sözlerinde ciddiyet ve kararlılık gören İbni Ziyad, aldığı kararından vazgeçti.
Seyyid b. Tavus’un nakline göre İmam, halası Zeyneb’e: “Bırak ben onun cevabını vereyim” dedi ve daha sonra da tam bir metanetle İbn-i Ziyad’a dönerek: “Acaba Allah yolunda öldürülmenin, yani şahadetin bizim için keramet ve yücelik sebebi olduğunu bilmiyor musun?”
Zeyneb ve yeğeni ile yaptığı münakaşada yenilip rüsvay olan Ubeydullah, daha fazla mağlup ve rezil olmamak için İmam Zeynel Abidin ve yanındakileri, meclisten uzaklaştırmalarını emretti.”

HZ. ZEYNEL ABİDİN’İN YEZİD ve YANDAŞLARI TARAFINDAN KANDIRILAN GAFİLLERLE KONUŞMALARI
Buraya kadar İmam Zeynel Abidin ve Hz. Zeyneb ile Kûfe Valisi İbni Ziyad arasında geçen konuşmaları gördük. Şimdi de İmam’ın bazı cahil ve kandırılmış kimselere yaptığı konuşmalarından, bazı örnekler göreceğiz. Böylece İmam Zeynel Abidin’in facia sonrası yüklendiği tebliğ etme görevi, daha iyi anlaşılsın.

İMAM ZEYNEL ABİDİN’İN ŞAM’LI BİR YAŞLI İLE KONUŞMASI
Merhum Seyyid bin Tavus, İmam Zeynel Abidin’in Şam’lı bir yaşlıyla yaptığı konuşmasını şöyle anlatıyor:
Esirler kervanı, İmam Hüseyin’in başıyla birlikte Şam kapısına getirdiklerinde, orada bulunan bir yaşlı: “Hamdolsun Allah’a ki, erkeklerinizi öldürdü ve İslam beldelerini onların şerrinden kurtardı. Bundan dolayı da Emire’l-Mü’minin Yezid’i, sizlere musallat kıldı!” diyerek, Zeynel Abidin ve yanındakilere hakaret ediyordu.
Bu yaşlı adamın sözleri, bu adamın Emevi hükumetinin zehirli propagandasının etkisi altında kaldığını gösteriyordu. O, Yezid’in Emire’l-Mü’min’in, Hüseyin ve dostlarının ise İslam devletini parçalamaya çalışan, bir avuç maceracı ve isyancı kimseler olduğuna inanmıştı. Bu yüzden İmam Hüseyin ve arkadaşlarının Yezid, tarafından şehit edilmesinin kötü ve yanlış bir hareket olmadığı bir yana, takdir ve övgüye de layık bir davranış olarak görüyordu. Bu kimseye göre Yezid, bu hareketiyle emniyet ve güvenlik ortamını sağlamıştı.
Evet, bu, tarih boyu tüm zalim ve kan emici yöneticilerin, kendilerini haklı göstermek için kullandıkları bir yöntemdir. Kur’an-ı Kerim, Firavun’un şöyle dediğini naklediyor: “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o gitsin, Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben onun sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.” Harun Reşid de İmam Musa Kazım’ı Medine’den sürgün etmek ve zindana atmak istediğinde, halkı kandırmak için Peygamber’in kabrinin başına gidiyor ve yaptığı bu kötü uygulama için: “Bu işi, sırf Cafer’in oğlu Musa’nın ümmet arasında karışıklık çıkardığından ve kan dökülmesine sebep olduğundan dolayı yapmaktayım” diyerek, kendini haklı göstermeye çalışıyordu. Belli ki, İmam Zeynel Abidin’e hakarette bulunan o yaşlı adam, Emevi saltanatının uşaklığını yapan zehirli propagandacıların etkisi altında kalmıştı. Bunu fark eden İmam, gerçekleri anlatmak ve onun hidayete ermesi için şu aşağıdaki soruları ona sordu:
Zeynel Abidin: “Ey yaşlı adam! Acaba sen hiç Kur’an okudun mu?”
Yaşlı adam: “Evet” dedi.
İmam: “Ey Peygamber! De ki yaptığım tebliğe karşı, yakınlarıma (Ehl-i Beyt’ime ) sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.’ mealindeki Şûra Suresi’nin 23. ayetini hiç okudun mu?” diye sordu.
Yaşlı adam: “Evet bu ayeti Kur’an’da okumuşum.” diye cevap verdi.
İmam: “Bu ayetteki Peygamber’in yakınları, biziz” dedi. Daha sonra: “Acaba akrabalara hakkını ver.” Mealindeki İsra Suresi’nin 26. ayetini okudun mu?” diye sordu.
Yaşlı adam: “Evet” diye cevap verdi.
İmam: “Bu ayetteki “akrabalar” da biziz” dedi.
İmam: “Bilin ki ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri muhakkak Allah’ın, Resulün ve yakınlarınındır? Mealindeki Enfal Suresi’nin 41. ayetini okun mu?” diye sordu.
Yaşlı adam: “Evet okudum.” dedi.
İmam: “Bu ayetteki yakınlardan maksat da biziz.” dedi.
İmam: “Allah ancak siz Ehl-i Beyt’ten kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister? Mealindeki Ahzap Suresi’nin 33. ayetini okudun mu?” diye sordu.
Yaşlı adam: “Evet okudum” dedi.
İmam Zeynel Abidin, şöyle buyurdu: “Ey yaşlı adam, ayetteki “Ehl-i Beyt”ten maksat biziz” dedi.
Yaşlı adam, büyük bir yanılgı içerisinde olduğunun farkına varıp, pişmanlık ve nedamet duygusuyla bir müddet öylece sukut ettikten sonra şöyle dedi: “Allah aşkına doğru söyle gerçekten de ayetteki kimselerden maksat sizler misiniz?”
İmam Zeynel Abidin: “Allah’a ve ceddim Resulallah’ın hakkına andolsun ki, ayette sözü edilen kimseler hiç şüphesiz ki bizleriz.” dedi.
Yaşlı adam, İmam’ın bu keskin sözü karşısında kendini tutamadı ve ağlamaya başladı ve sarığını yere atarak başını gökyüzüne çevirdi ve şöyle dedi: “Allah’ım, ben Âl-i Muhammed’in ins ve cin düşmanlarından sana sığınırım.” Daha sonra da İmam Zeynel Abidin’e dönerek: “Acaba ben tövbe edebilir miyim?”dedi.
İmam: “Evet, eğer tövbe edecek olursan, Allah tövbeni kabul eder ve bizim dostlarımızdan sayılırsın.” dedi. Yaşlı adam da tövbe etti. Bu haberi duyan Muaviye’nin oğlu Yezid, onu öldürmelerini emretti ve böylece o da Peygamber’in Ehl-i Beyti’nin sevgi ve hidayeti yolunda şahadete kavuştu.
Büyük Kerbela faciası sonrasında, esaret kervanının en önemli görevlerinden birisi İmam Hüseyin ve arkadaşlarının ideallerini korumak, şehitlerin mesajını, tüm dünya iletmekti. Ayrıca, Yezid ve yandaşlarının tahriflerine ve yalan propagandalarına karşı koymak gibi önemli bir risalet görevi yüklenmişlerdi.
Hz. İmam Zeynel Abidin ve Hz. Zeyneb, Kerbela olaylarını olduğu gibi yansıtmakla uyumuş vicdanları uyandırdılar. Emeviler ile onların taraftarlarının çirkin yüzünden riya ve hile perdelerini kaldırarak Ehl-i Beyt ve taraftarlarının mazlumiyet ve hakkaniyet sesini dünyaya duyurdular. Böylece anlık ve zahiri zaferden mağrur olan düşmanı rüsvay ettiler. Kahramanca feryatlarıyla hak ve hürriyetin azamet ve yüceliğini gözler önüne serdiler.
Bu mesajı iletme görevinde Hz. Zeynel Abidin ve Hz. Zeyneb-i Kübra’nın özel bir rol ve konumu vardı. Onlar bu mukaddes cihad ve hareketin temel kahramanlarından sayılıyorlardı. Onlar belirli münasebetlerde aydınlatıcı ve ifşa edici konuşmalar yapmışlardır ki bunlar makatil ve tarih kitaplarında yer almış ve nakledilmiştir. Ancak bu arada İmam Zeynel Abidin, özel bir konuma sahipti çünkü O, ne bir çocuktu ne de bir kadın. Dolayısıyla da onun sözleri duygusal ve hissi olarak algılanamazdı. Bunlardan da öte O, hakikatte İmam ve Allah’ın hüccetiydi. Nitekim ileride beyan edileceği üzere Şam camiisinin minberi üzerinde irad ettiği hutbesi, o kadar güçlü ve etkili idi ki çok kısa bir zaman içinde Emeviler’in yıllarca sürdürdüğü yalan propagandalar neticesinde, Şam halkının fikir ve vicdanlarını kaplayan kalın gaflet ve cehalet perdelerini yırttı ve mucizemsi bir şekilde onları Yezid’e karşı ayaklandırdı. Bu iş, İmam Zeynel Abidin dışında hiç kimsenin yapamayacağı bir şeydi.
1.BÖLÜM
ZEYNEL ABİDİN’İN KÜFE HALKINA YAPTIĞI KONUŞMALAR
Emeviler’in yalan propagandalarının etkisi altında kalan ve onların İmam Hüseyin’e karşı elde ettikleri zahiri galibiyetlerini, İslam hükümeti muhaliflerine karşı kazanılmış bir galibiyet gibi görenler vardı.
Yezid ve yandaşlarının İmam Hüseyin ve Ehl-i Beyt hanedanına uyguladıkları bu vahşeti, sanki bir zafermiş gibi gören bir grup Kûfe halkı, Kûfe’nin giriş kapısında Âl-i aba esirlerini, yakından görmek için bir araya toplanmışlardı. Bu kalabalık, Hz. Hüseyin’in başlatmış olduğu kutsal dirilişin mesajcılarına; yani Zeynel Abidin ve Hz. Zeyneb’e büyük görevlerini eda edebilmek için iyi bir fırsat sağlamıştı.
Önemli tarihî kaynakların belirttiğine göre esirler kafilesinin önderi İmam Zeynel Abidin, halka dönerek onlardan sükût etmelerini istedi. Daha sonra Allah’a hamd u sena, Peygamber’e salât u selâmdan sonra şöyle seslendi:
“Ey Kûfeliler! Beni tanıyanlar, tanırlar. Kendimi tanıtmaya gerek yok. Her kim beni tanımıyorsa bilsin ki ben İmam Hüseyin’in oğlu Ali’yim. Ben, Fırat nehrinin kenarında haksız yere şehid edilen Hüseyin’in oğluyum. Ben; hürmeti çiğnenen, malları yağma edilen, ailesi esir edilen kimsenin oğluyum. Ben, feci bir şekilde şahadete erişen kimsenin oğluyum ve bu bize iftihar olarak yeter.”
İmam Zeynel Abidin, konuşmanın bu bölümünde ilk önce kendini tanıtıyor. Kısa ama manalı sözleriyle Yezid ve yandaşlarının cinayetini ifşa ediyor. Özellikle de şu noktaları hatırlatıyor:
1- Resulallah’ın gözü nuru ve cennet gençlerinin efendisi olan babası İmam Hüseyin Fırat nehri kenarında feci bir şekilde şehid edildi.
2- İmam Hüseyin hiç kimseyi öldürmemişti, dolayısıyla o hiç bir suç ve günahı olmaksızın şehid edildi.
3- İmam Hüseyin’in hürmeti çiğnendi. O’nun hem Resulallah’ın itreti ve Ehl-i Beyt’ten olma açısından ve hem de iman, ilim ve takva açısından hürmeti korunmalıydı. Ama Beni Ümeyye, ilâhî ve insanî hiçbir hürmete riayet etmedi. O’na en zalim bir şekilde davranıldı.
4- İmam Hüseyin’i şehid eden düşmanları, daha sonra onun mallarını yağmaladılar. Bu da onların dünyaperest olduklarının en açık delilidir.
5- İmam Hüseyin’in tüm aile efradı Emevi uşaklarınca esir edildi. Bu iş de onların yırtıcılık ve küstahlıklarının en açık delilidir.
6- İmam Hüseyin, Allah yolunda en feci şekilde şehid edildi. Bu ise en büyük iftihar ve onur senedi mesabesindedir. İmam Zeynel Abidin, bu cümle ile şu noktayı beyan ediyor: Emevi rejimi uşaklarının işlediği bu küstahça cinayetler karşısında İmam Hüseyin’in sabır göstererek, sonuçta şahadete ermesi, İmam ve yanındakiler için bir övünç kaynağıdır.
Burada insanın aklına şu soru takılmaktadır: Acaba Kufe halkı İmam’ı tanımıyorlar mıydı ki İmam kendini tanıtma ihtiyacını hissediyor? Bu sorunun cevabı şudur: İmam Zeynel Abidin ki o zamanlar takriben yirmi bir yaşlarındaydı. Dört yıllık çocukluk dönemi dışında tüm ömrünü Medine’de geçirmişti. Dolayısıyla da Kûfe halkının çoğu onun hakkında yeterli bir bilgiye sahip değildi. Üstelik kendini tanıtması halkı aydınlatması açısından da faydalıydı.
2. BÖLÜM:
“Ey Küfeliler! Allah aşkına söyleyin, babama mektup yazan ve O’nu Kûfe’ye davet eden, sonra da O’nu yalnız bırakan, O’nunla ahd u misakta bulunup ona biat eden, sonra da onu şehid eden sizler değil miydiniz? Kendiniz için önceden “kıyamete” gönderdiğiniz şeylerden dolayı yazıklar olsun size! Ne de kötü düşünmektesiniz! Yarın Resulallah size: “Siz benim Ehl-i Beyt’imi şehid ettiniz, hürmetimi çiğnediniz, o halde benim ümmetimden değilsiniz?” derse hangi yüzle ona bakacaksınız?”
Halk, şiddetli bir şekilde ağlamaya başladı. Bazıları bazılarına seslenerek, “Helak oldunuz ama farkında değilsiniz.” diyorlardı.
İmam Zeynel Abidin, konuşmasının bu bölümünde Kûfe halkına iki meseleyi beyan etmiştir:
1- İlk önce onların ihanetlerini ve ahitlerini bozmalarını hatırlatıyor ki birçok mektup ve çeşitli elçiler göndererek İmam Hüseyin’i Kûfe’ye davet ettiler daha sonra da İmam’ın resmi temsilcisi Müslim bin Akil’e biat ederek İmam’a yardım ve itaat edeceklerine dair söz verdiler. Ama çok geçmeden Kûfe şehrinin siyasi platformu değişince ve de hayatlarını tehlikede görünce hemen ahitlerini bozdular. İmam Hüseyin’i en zor şartlarda yardımsız ve yalnız bıraktılar. Hatta bazıları düşmanın safına katılarak İmam’a karşı savaşa bile katıldılar.
2- Onlara bu alçakça davranışlarının uğursuz ve acı sonuçlarını hatırlatıyor ki onlar bu kötü ameli yapmakla zillet dolu hayatlarını sürdürebilmek için ebedi hüsran ve helakı satın aldılar ve kıyamette de Resulallah’ın önünde mahcup olacak ve onun şefaat ve rahmetinden mahrum kalacaklardır.
Bu aydınlatıcı konuşmalar ve korkutucu uyarılar, Kûfe halkını gaflet uykusundan uyandırdı. Onların insanî ve dinî duygularını coşturdu. Öyle ki hasret ve keder gözyaşları döküp, pişmanlık ifade eden feryatlarını yükselttiler. Ama İmam Zeynel Abidin, yeniden konuşmasını sürdürerek şöyle dedi: “Nasihatımı kabul eden ve Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt hakkındaki tavsiyelerime kulak veren kimselere Allah rahmet etsin. Gerçekten de Resulallah’ta bizler için iyi bir örnek vardır.”
Kûfe halkı, İmam’ın bu sözlerle kendilerinden yardım etmelerini ve Yezid’in aleyhine harekette bulunmalarını istediğini zannettiklerinden hep birlikte şöyle dediler: “Ey Resulallah’ın torunu, biz Sen’i dinliyor; Sana itaat ediyor ve Sen’in imamlığını kabul ediyoruz. Sen’i terketmeyecek ve Sen’den yüz çevirmeyeceğiz. O halde bize kendi emrinle emret. Allah Sana rahmet etsin. Biz Sen’inle savaşanlarla savaşır, barışanlarla da barışırız. Yezid’i yakalar ve Size ve bize zulmedenlerden uzak dururuz.” Ama İmam Zeynel Abidin, çok iyi biliyordu ki onlar verdikleri sözlerinde ciddi değiller; bu sözleri vicdan, akıl ve güçlü imanlarının hükmünce değil, geçici duygusal bir tepki üzere söylüyorlardı. Duygu ateşi söndüğünde ve zalim Emeviler’in ciddi tehditleriyle karşılaştıklarında Hz. Fatıma’nın göznuru İmam Hüseyin’i terk ettikleri gibi kendisini terk edecek ve yardımsız bırakacaklardı. İmam Hüseyin’in başlatımış olduğu hareketin hedeflerine ulaşmasının yeğane yolu halkı aydınlatmaktan geçiyordu. Böylece şehitlerin mazlumiyet ve hakkaniyeti ispat edilmiş, sözde İslam’ın temsilcisi gibi görünen Yezid ve uşaklarının, Peygamber hanedanına karşı reva gördükleri vahşice ameller, zulüm ve haksızlıklar herkes tarafından öğrenilecekti. Aslında bu görev, esirlerin omuzlarında taşıdığı büyük bir sorumluluk idi. İmam Zeynel Abidin konuşmalarında bu hedefi takip ediyordu.
Kanlı Kerbela hareketinde büyük ve ilahî görevini eda etmekten başka bir şey düşünmeyen İmam Zeynel Abidin Hazretleri şöyle buyurdu: “Heyhat, heyhat… Ey hilekâr ve mekkâr insanlar! Sizler nefsî isteklerinizin etkisi altında bana da daha önceden babama yaptığınız şeyleri mi yapmak istiyorsunuz? Hayır, Allah’a andolsun ki ben asla sözlerinize itimat etmeyeceğim. Sizin vefasızlığınız sebebiyle en yakınlarımızı kaybettik. Kalbimizde açılan derin yara henüz iyileşmedi. Allah rahmet etsin, daha dün babamı ve Ehl-i Beyt’ini şehit ettiniz. Allah’ın Resulün’ün oğlum dediği babam ve yakınlarının matem ve musibetini henüz unutmadım. Onların acıları, henüz yüreğimin derinliklerinde duruyor. Ben sizlerden ne lehimize ve ne de aleyhimize olmanızı istiyorum.” Daha sonra şu sözleri söyledi: “Hüseyin’in şehid edilmesi tesadüf değil, çünkü ondan daha hayırlı ve değerli olan babası da şehid edilmişti.” Sonra da şöyle devam etti: “Ey Kûfe halkı, babam Hüseyin’in başına gelenlerden dolayı sevinmeyin; bu çok büyük bir şeydir. Fırat nehrinin kenarında şehid olanlara kurban olayım. O’nu şehid edenin cezası ise cehennem ateşidir.”

İMAM ZEYNEL ABİDİN’İN YEZİD İLE YAPTIĞI MÜNAZARA
BÖLÜM: 1
Nakledildiğine göre İmam Cafer’i Sadık şöyle buyuruyor: “İmam Hüseyin’in mübarek başını Yezid’in yanına getirdiklerinde Hz. Zeynel Abidin ile Emir-ül Müminin Hz. Ali’nin kızı Hz. Zeyneb’i de meclise getirdiler. İmam’ın el ve ayakları zincirlerle bağlı idi. Yezid, İmam Zeynel Abidin’e: “Babanı öldüren Allah’a hamdolsun” dedi.
Hz. İmam: “Babamı katledene Allah lanet etsin” dedi. İmam’ın bu sözü Yezid’e çok ağır geldi. Zira o tüm olayların Allah’ın kader ve kazasıyla vücuda geldiğine dayanarak İmam Hüseyin’in şahadeti hususunda zihinleri karıştırmak ve kendini işlemiş olduğu korkunç cinayetten temize çıkarmak istiyordu. Ama Hz. İmam, tam bir kararlılıkla İmam Hüseyin’in katillerine lanet etti. Kur’an-ı Kerim’in sadece kâfir ve zalimlerin lanete layık olduğunu bildirdiği, Hz. Hüseyin’in asıl katilinin de Yezid olduğu için Yezid’in zalim ve kâfir birisi olduğu ve de Allah’ın lânetine müstahak olduğu İmam’ın sözlerinden anlaşılır. İşlediği feci cinayetlerden sonra en ağır bir şekilde cezalandırılması gereken bu kimse, yani Yezid, Zeynel Abidin’in öldürülmesini emretti.
İmam Zeynel Abidin, Yezid’in bu emri üzere: “Eğer beni öldürtürsen Ehl-i Beyt kadınlarını kim Medine’ye götürecek? Beraberlerinde benden başka bir koruyucuları kalmadı” dedi. Hz. İmam’ın bu cevabı, ifşa edici bir cevaptı. İmam Zeynel Abidin, bu sözüyle şu nükteyi hatırlatmak istiyordu. Kerbela faciası sırasında Sa’d’ın oğlu Ömer’in işlediği onca korkunç cinayetler yetmiyormuş gibi şimdi de Yezid, esir çocukların ve kadınların sorumlusu olan İmam’ın kanını da dökmek istiyordu?”
Evet, Yezid hiçbir İslamî değer için bir saygınlık ve ihtirama kail değildir; ama İmam Hüseyin ve dostlarının şahadeti ile kadın ve çocuklarının esareti sebebiyle lekelenen siyasi statüsünü kurtarmak için İmam’ın katlinden vazgeçti ve İmam’a: “Sen bizzat onları kendi evlerine geri götür.” demek zorunda kaldı.
Kerbela cinayetinin mesuliyeti hususunda zihinleri saptırabileceğini düşünen Yezid, Şûrâ Suresinin 30. Ayetini okudu:”Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz yüzündendir. Bununla beraber, Allah çoğunu affeder.” Yezid, bu ayeti okumakla halkın zihinlerine şu düşünceyi sokmak istiyordu ki Kerbela faciası ile İmam Hüseyin’in dostları ve evlatlarının başına gelen musibetler, kendilerinin sebep olduğu ameller dolayısıyladır. Bu yüzden Müslümanlar, özel bir şahsı sorumlu bilmemeli, Yezid ve onun lânet olası işlerini kınamamalı veya Kerbela olayında onların itibarı ile oynamamalı. Kuran-ı natık, yani konuşan Kur’an ve Kur’an ârifi olan İmam Zeynel Abidin, fiilen Kur’an’ın hakikatlerini ayaklar altına alan ve Kur’an maarifi hususunda hiçbir nasibi olmayan Yezid’e: “Bu ayet bizim hakkımızda nazil olmamıştır ve biz bu Kur’anî ilkenin muatabı değiliz. Bizim hakkımızda inen ayet şudur: “Yeryüzünde ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta “yazılmış” olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah’a göre pek kolaydır. Bu, elinizden çıkana üzüntü duymayasınız ve size “Allah’ın” verdikleri dolayısıyla sevinmeyesiniz, diyedir. Allah büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” Daha sonra da şöyle buyurdu: “Biz dünyevi şeylerden kaybettiklerimiz hususunda üzüntü duymayız ve ele geçirdiğimiz şeyler sebebiyle de sevinmeyiz.”
İmam’ın bu sözünden anlaşılmaktadır ki fertlerin hayatında vuku bulan acı olaylar iki kısımdır:
Birinci kısımdan olan olaylar, günahkâr için söz konusu olan olaylardır: İlk ayetin işaret ettiği bu tür olaylar, bazen Allah’ın lütfunun ve bazen de gazap ve hışmının mazharıdır. Günahkârlar bu acı olaylardan ibret alır da kendine gelirlerse bu, onlar için rahmet sebebi olur. Ama günahlarında ısrar ederlerse o zaman da bedbahtlığa, Allah’ın azap ve kahrına sebep olur.
İkinci kısımdan olan olaylar ise günahların cezası ve uygunsuz amellerin yankısı olarak değerlendirilmemelidir. Bu tür olaylar, Allah’ın salt lütuf ve rahmet mazharıdır. Başka bir tabirle insanın iyi işler ve mücadelelerinin yankısıdır. Yani ibadet ve Hakk’a uyma neticesinde birtakım kemallere erişen insan, daha üstün kemal derecelerine de ulaşmak için birtakım zorluklarla da karşılaşmalıdır ki tevhit ve Allah’ı tanımada öyle bir yere varsın ki hiçbir şeyi kendinden bilmesin ve Allah nezdinde teslim ve rıza makamına ulaşsın. Bu takdirde insan huzurlu ve mutmain bir nefse sahip olur ve böylece dünyevî veya Allah yolunda ve ilahî risaleti hedefe ulaştırma uğrunda uğradığı musibetler karşısında mustarip ve perişan olmaz. Böylesi insanlar, en üst insanî makama ulaşmışlardır ki masum imamla, ilâhi veliler bunların önünde gelirler. Onların gerçek takipçileri de bir sonraki mertebede yer alırlar. Bu mesele Kur’an’ın insan biliminde en önemli temel ilkelerinden biri sayılmaktadır.
İmam Zeynel Abidin, bu vesileyle Yezid’i uyarmakta ve uyanık beşerî düşüncelere Kur’an’ın yeryüzü ve imanlı insanların hayatında vuku bulan olaylar ve musibetler hakkındaki görüşünü açıklamaktadır. İmam Zeynel Abidin Hazretleri de böylesi olayların, bir ilahi sünnet ve önceden tasarlanmış bir plan üzere meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Bu tür olaylar, seçkin insanlardan oluşan ve bu insanların bu vesileyle yüce, ilahî makamlara erişmelerine olanak sağlayan olaylardır. İmam Hüseyin ve O’nunla birlikte olanların, bir başka tabirle Kerbela olayının şehit ve esirlerinin, karşılaştıkları musibetler de hep bu türden olaylardır. Bunun en önemli delili ise bu hareketin ilk anlarında İmam Hüseyin’den nakledilen bir rüyadır. Hz. İmam Hüseyin, Medine’den Mekke’ye gitmek için yola çıkmayı kararlaştırdığında iki gece üstüste Hz. Peygamber’in kabrinin başına gitti ve Allah’a ibadet ve münacat etmekle meşgul oldu. İkinci gece birçok ibadet ve münacatın ardından bir an için uykuya daldı ve rüyasında değerli ceddi Resulallah’ı gördü. Hz. Peygamber Efendimiz İmam Hüseyin’i en kısa zamanda, daha önce Hakk’a yürümüş olan sevdiklerine katılmakla müjdeledi ve şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki Senin için cennette sadece şahadet ile erişebilen dereceler var.”

ZEYNEL ABİDİN’İN ŞAM CAMİİNDE YAPTIĞI KONUŞMA ( )
BÖLÜM: 2
Ehl-i Beyt kadınları ve çocukları Şam’a götürüldüğünde Yezid, tüm Şam halkına camiide toplanmalarını emretti ve kendisi de bu toplantıya katıldı. İmam Zeynel Abidin’i de bu toplantıya çağırdı. Daha sonra saray mollalarından birine minbere çıkıp Muaviye ve Yezid’e medh u senada bulunmasını, Ali ve Hüseyin için de kötü sözler söylemesini emretti.
Zulüm sarayının satılmış mollası ve Emevi uşağı, Muaviye ve Yezid’i öven; İmam Ali ve İmam Hüseyin’i kötüleyen konuşmasına başladı. Öyle ki Muaviye ve oğlu Yezid’i göklere çıkarıyor, İmam Ali ve oğlu İmam Hüseyin’i yerin dibine batırıyordu. Onlardan Muaviye ve Yezid’e, daha doğrusu Emevi Hükümetine baş kaldırmış birer asi gibi söz ediyordu. Bu haince konuşmaları içersine sindiremeyen İmam Zeynel Abidin’in kızgın ve gür sesi, aniden meclisin sessizliğini bozdu. İmam hatibe hitaben şöyle bağırdı: “Eyvahlar olsun sana ey hatib! Bu konuşmalarınla bazı kimseleri memnun ve mutlu ederken, Allah’ı gazaplandırdın. Bil ki senin yerin cehennemdir.”Daha sonra da Yezid’e hitap ederek: “Müsaade ederseniz, bu tahtaların üzerine çıkıp hem Allah’ın razı olduğu ve hem de buradaki insanlara faydalı olacak şeyler söyleyeyim.”
İmam Zeynel Abidin, bu konuşmasında minber kelimesinin yerine “tahtalar” kelimesini kullanmıştır. Bu vesileyle orada olanlara üzerinde zalimlerin övüldüğü, hak ve fazilet aleyhine konuşmaların yapıldığı bir yerin minber olarak adlandırılmaya layık olmadığını anlatmak istemiştir. Aslında Minber, İslam Peygamberi’nin üzerinde oturduğu ve üzerinde konuşma yaparak insanları hidayete davet ettiği mukaddes bir yerin adıdır. Minber, sadece üzerinde Allah’ın razı olduğu ve kullarının saadet ve hayrının istendiği konuşmalar yapıldığı takdirde mukaddes bir yerdir.
Yezid, İmam Zeynel Abidin’in bu teklifini kabul etmeyince Şam halkı Yezid’ten ısrarla İmam’ın teklifini kabul etmesini ve minbere çıkması için izin vermesini istediler. İmam’ın bu teklifi, katil Yezid’in bedenine inen ilk darbe idi. Yezid, bu yenilginin acısını çok derinden duyuyordu. Zira o, çok iyi biliyordu ki eğer İmam minbere çıkacak olursa onun ve babası Muaviye’nin yıllarca sürdürdüğü şeytanî planlarını suya düşürecek ve Emevi sarayının satılmış tebliğcilerinin yalanları sonucu kara bulutlar ardında gizli kalan hakikatleri güneş gibi ortaya çıkaracaktır. Nitekim “Bu esir genç ne yapabilir ki?” diye soran bazılarına: “O, çocukluklarından beri ilim süsüyle süslenen bir ailenin çocuğudur.” diye cevap verdi.
Bu arada Yezid’in İmam’ın bu talebine izin vermemesi, bir yandan da Zeynel Abidin’in, Peygamber’in Ehl-i Beyti’nin ilim ve faziletini itiraf edecek olması, oradakilerin kalbinde İmam’ın konuşmasını dinleme arzusu uyandırdı. Şam halkının aşırı ısrarı sonucu Yezid, İmam’ın teklifini kabul etmek zorunda kaldı.

EHL-İ BEYT’İN FAZİLET VE ÜSTÜNLÜKLERİ
İmam Zeynel Abidin Hazretleri, minbere çıktı. Önce Allah’a hamd u senada bulundu. Daha sonra Ehl-i Beyt’in üstünlük ve faziletlerine değinerek şöyle buyurdu: “Ey Şam halkı ve diğer yerlerden gelen insanlar! Biz Ehl-i Beyt hanedanına, altı şey ihsan edilmiş ve yedi şey sebebiyle de üstün kılınmışız. Bize ihsan edilen altı şey şunlardır: İlim, hilim, cömertlik, fesahat, cesaret ve müminlerin kalbinde “bize karşı” meydana gelen sevgidir. Üstünlük sebebimiz ise şunlardır: Allah’ın seçkin Peygamber’i Muhammed (sallallahu ve aleyhi vesellem) bizdendir. Doğru sözlü kimse babam Ali (keremullahu veche) ve Cafer-i Tayyar bizdendir. Allah ve Resulü’nün aslanı (Hz. Hamza) bizdendir. Cennet gençlerinin efendisi olan bu ümmetin “Peygamber’inin” iki torunu “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” de bizdendir. Hakeza Deccal’ı öldürecek olan Mehdi de bizdendir.”
HASEBÎ VE NESEBÎ ÜSTÜNLÜKLER
İmam Zeynel Abidin: “Fazilet ve üstünlükler iki kısımdır. Bazıları hasebî ve bazıları da nesebî faziletlerdir.” Nesebî faziletler tek başına üstünlük ölçüsü olmadığı ve ancak hasebî faziletlerle birlikte olunca üstünlük sebebi sayıldığı için İmam, ilk önce Peygamber hanedanının hasebi faziletlerini saymış ve daha sonra da nesebî faziletlere işaret etmiştir. Hz. Ali ve masum evlatlarının sahip olduğu bu faziletlerin toplamı, Onların diğerlerinden üstün olduğunu, Peygamber’in hilafet ve vasilik makamına layık ve İslam toplumunun idareciliği için salahiyetli kimseler olduğunu ispat etmektedir. Netice olarak da konuşmacının Ebu Süfyan hanedanı hakkındaki onca övgü ve senalarının yalan olduğunu ve Hz. Ali hanedanı hakkındaki kötülemelerinin esassız ve yersiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Hasebî faziletleri hatırlatma gerçekte İslam camiası önderliğinin dinî ve aklî şartlarının beyanıdır. Yani Peygamber’in vasiliği ve Müslümanlar’ın velayeti makamına sadece ilim, hilim, ihsan, cesaret vb. hasebî faziletlere sahip olan ve bu hususlarda diğerlerinden üstün olan kimseler layıktır.
Nitekim nesebî faziletlerin hatırlatılması da fikirleri aydınlatmak ve hakikatleri ifşa etmek yönünden önemliydi. Zira Cafer-i Tayyar, Hz. Hamza gibi şahsiyetleri anma hakikatte Uhud ve Mu’te savaşında reşid İslam askerlerinin Allah düşmanlarına karşı yaptığı kahramanca savaşlarını anmaktır. Öte yandan konuşmacının övdüğü Ebu Süfyan ise Uhud savaşında küfür ordusunun komutanlığını yürütüyordu. Muaviye’nin annesi Hind de bu savaşta Hamza’nın şehit ediliş komplosunu hazırladı. Şehit edildikten sonra da İslam Peygamberi’nin çok sevdiği reşid İslam komutanı Hz. Hamza’nın cesedine karşı en iğrenç muameleyi reva gördü. Hakeza Hz. Peygamber’in iki oğlu Hasan ve Hüseyin’in cennet ehli gençlerin efendisi olarak anılması da insanların aklına ister istemez şu soruyu getirmektedir ki “Acaba onların katli caiz, hatta vacibtir.” demek mümkün müdür? Onların öldürülmesi, mallarının yağmalanması ve ailesinin esir edilmesi kutlanabilir mi?
MEKKE VE MİNA’NIN OĞLU
İmam Zeynel Abidin: “Ey insanlar! Beni tanıyan tanıyor, tanımayanlara da haseb ve nesebimi beyan edeceğim. Ey insanlar! Ben Mekke ve Mina’nın oğluyum. Ben Zemzem ve Sefa’nın oğluyum.” Zeynel Abidin’in, “Ben Mekke, Mina, Zemzem ve Sefa’nın oğluyum.” demesinden maksad nedir? Bir ihtimale göre nesebinin kimlere vardığını beyan etmek istemiştir. Yani ben, Mekke’nin azamet ve kutsiyet sebebi olan Kâbe’nin yöneticilerinin oğluyum. Mina toprakları Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in Allah karşısındaki teslimiyet hatırasını canlandırmaktadır. Zemzem ve Sefa, Hacer’in ihlâsı çabasını ve Allah’ın ona ve çocuğuna olan geniş lütfunu insana hatırlatmaktadır. Başka bir ihtimal de şu olabilir ki Hz. Zeynel Abidin’in vücudu, ilahî değerlerin tecessümü ve onların koruyucusu konumundadır. Kâbe, Mina, Zemzem ve Sefa’nın hürmetini koruyan ve onlara değer veren insan, İmam’ın şahsiyetine de hürmet etmelidir. Hakeza bunun aksi de böyledir; İmam’a hürmet etmeyen, dinî değerler ve mukaddesata da hürmet etmiyor demektir.
RESULALLAH’IN OĞLU
1. İmam Zeynel Abidin: “Ben Hacerü’l- Esved’i ridasıyla yerine bırakan kimsenin oğluyum.” (İmam bu sözüyle de Hz. Muhammed’in henüz Peygamber olmadan önce Kâbe’nin Kureyş tarafından yıkılmasına işaret etmiştir. Kureyş kabilesi, onu yeniden bina edince sıra Hacerü’l- Esved’i yerine koymaya geldi. Hacerü’l- Esved’in özel yerine kim tarafından konacağı hususunda ihtilafa düştüler. Zira bu işi yapmak, bir çeşit iftihar sayılıyordu. Sonunda o esnada Mescid-i Haram’a ilk girecek olan şahsın, bu görevi eda etmesi hususunda anlaştılar. Aniden Muhammed-i Emin Mescid-i Haram’a ilk gelen oldu. Hepsi “Emin geldi.” dediler ve hakemliği O’na bıraktılar. Hz. Muhammed, sırtındaki örtüsünü yere serdi ve Hacerü’l Esved’i onun içine koydu. Daha sonra her kabile reisinin örtünün bir köşesinden tutup Kâbe’nin yanına kadar getirmelerini söyledi. Daha sonra da kendisi ileri gelerek, Hacerü’l- Esved’i eline alıp özel yerine bıraktı.)
2. “Ben edep örtüsüne bürünen en hayırlı kimsenin oğluyum. Ben tavaf ve sa’y eden, hacca gidip telbiye söyleyen en hayırlı kimsenin oğluyum.”
3. “Ben Burak’a bindirilen ve Cibril’in Sidretü’l- Münteha’ya götürdüğü kimsenin oğluyum. Öyle ki yakınlığı iki yay kadar oldu veya daha da yakınlaştı.”
4. “Ben gök melekleriyle birlikte ibadet eden kimsenin oğluyum.”
5. “Ben Celil olan Allah’ın, her şeyi kendisine vahyettiği kimsenin oğluyum.”
İmam’ın sözlerindeki son üç fıkra, Hz. Peygamber’in miracı ve Sidretü’l -Münteha makamına ulaşması ile ilgilidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi. Nitekim iki yay kadar oldu veya daha da yakınlaştı. Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti… Sidretü’l- Münteha’nın yanındaki Cennetü’l- Me’va onun yanındadır.”
KERBELA KURBANI’NIN OĞLUYUM
İmam Zeynel Abidin: “Ben kendi kanına boyanan kimsenin oğluyum. Ben Kerbela kurbanının oğluyum. Ben kendisi için cinlerin karanlıklarda ağladığı ve kuşların gökte ağıt yaktığı kimsenin oğluyum.”
Kerbela faciasının bilgin ve cesur mesajcısı İmam Zeynel Abidin, buraya kadar yaptığı açıklamalarla kendini tanıtarak, Emevi sarayı hatiplerinin yalan propagandasının zindanında kalan Şam halkının fikirlerini özgürlüğe kavuşturdu. Onları İslam tarihinin gerçekleriyle tanıştırdı. Onlara bu şüphe edilmez hakikatler hususunda düşünmeleri için zemin hazırladı. Onların akıl ve vicdanlarını şu sorularla baş başa bıraktı:
1- Mukaddes İslam dini, Allah tarafından Resulallah vasıtasıyla halka iletilmedi mi?
2- İlk önce Kureyş müşriklerini ve ehl-i kitabı da içine alan tüm İslam düşmanları; İslam’a karşı çıkarak Uhud, Huneyn ve Ahzab savaşlarının çıkmasına sebep olmuş değiller miydi?
3- Hz. Ali (keremullau veche), bütün bu zor savaşlarda düşmanlarla savaşta cephenin en ön saflarında yer alan ve İslam tarihinin unutulmaz destanlarını yazan kimse değil miydi?
4- Acaba bu reşid İslam savaşçısı, Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem) vefatından sonra ve Müslümanlar, “Peygamber’in halifesi” ve “İslami bir idareci” olarak kendisine biat ettikten sonra Cemel, Sıffin ve Nehrevan ashabının muhalefetiyle karşılaşıp onlarla savaşmak zorunda kalmadı mı? Bu takdirde kesin tarihî hakikatler ışığında “Hz.Ali’ye karşı baş kaldıranlar, Peygamber’e karşı baş kaldırmış.” gibi kabul etmemiz gerekmiyor mu?
5- Zeynel Abidin, Hz. İmam Hüseyin, “Fatımatü’z- Zehra ve Hatice-i Kübra’nın oğludur. O halde onu ve Fatımatü’z- Zehra’nın diğer çocuklarını esir etmek, Peygamber’in kızının gazaplanmasına ve netice olarak Peygamber’in ve Allah’ın gazaplanmasına sebep olmaz mı?
6- Hz. İmam Hüseyin, varlık âleminde öyle bir izzet ve şerefe sahiptir ki cinler bile O’nun mazlumiyetine ağladılar, kuşlar ağıt yaktılar. Bu takdirde nasıl olur da Yezid, onu öldürmekle gurur duyabilir ve zaferini kutlayabilir? Onun pâk başına ve Ehl-i Beyt’ine karşı nasıl olur da bu kadar ihanet ve kötülüklerde bulunabilir?
Evet, İmam Zeynel Abidin’in yaptığı bu konuşma neticesinde insanların fikir ve vicdanlarında uyanan bu ve benzeri soruların cevabı, Yezid’i mahkûm etme ve İmam Hüseyin’in haklılığını kabullenmektedir. Bu sorular oradakilerin ruhunda öyle fikrî ve duygusal bir inkılâp vücuda getirdi ki tüm meclis yasa boğuldu, ağlayıp sızlama feryatları yükseldi.
MÜEZZİN’İN KAMETİ (İÇ EZAN) OKUMASI
Yezid, oradakilerin heyecan ve gazap ile karışık pişmanlık haletini görünce can ve makamı hususunda paniğe kapıldı. Bu yüzden İmam Zeynel Abidin’in sözünü bastırabilmek için ezan vakti geldiğinden, müezzine ezan okumasını söyledi. Ama artık geç kalmıştı. Kendisinin de tahmin ettiği gibi, Kerbela faciasının cesur ve bilgin sözcüsü Zeynel Abidin, Yezid’in gerçek çehresini halka tanıttırmadıkça minberden aşağı inmeyecekti.
Bu yüzden müezzin “Allah-u Ekber” deyince, İmam Zeynel Abidin: “Allah’tan başka büyük bir şey yoktur.” dedi.
Müezzin, “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur.” deyince de İmam: “Saçım, tenim, etim, kanım, beynim ve kemiğim de buna şehadet etmektedir.” dedi.
Müezzin, “Şehadet ederim ki Muhammed, Allah’ın kulu ve Resulüdür.” deyince de İmam, müezzine hitaben: “Allah aşkına bir dakika sus da ben Yezid ile konuşayım”dedi.
Daha sonra Yezid’e dönerek şöyle dedi: “Bu aziz ve kerim olan Resulallah, benim ceddim mi yoksa senin ceddin midir? Eğer “Benim ceddimdir” dersen, buradaki insanlar ve tüm İslam âlemi senin yalan söylediğini bilecekler. Benim ceddim olduğunu söylersen o halde niye babamı haksız yere, zulüm ve düşmanlık üzere şehid ettin, malını yağmaladın, kadınlarını esir ettin. Kıyamet gününde eyvahlar olsun sana, ceddim sana düşman olacaktır.”
Kendini aslan karşısında tilki gibi aciz gören Yezid, İmam Zeynel Abidin ile münazarayı sürdürdüğü takdirde, durumun daha da kötüleşeceğini biliyordu. Daha fazla rezil olacağını tahmin edebiliyordu. Bu yüzden müezzine ezanını okumasını söylemekten başka bir çaresi kalmamıştı. Daha sonra da namaz için kamet getirmesini söyledi. Hatta bazıları Yezid’in arkasında namaz kılmaktan çekinerek camiyi terkettiler.

6 Aralık 2011
11 Muharrem 1433
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

(On İkinci gün)
ZEYNEL ABİDİN’İN MEDİNE HALKINA YAPTIĞI KONUŞMA
Esir kafilesi, Şam’dan ayrılıp Medine’ye doğru yola koyuldu. Medine aylar önce İmam Hüseyin’in Yezid’e biat etmemek için ailesiyle birlikte terkettiği ve Mekke’ye hicret ettiği yer; başka bir deyişle de İmam Hüseyin’in Yezid’e karşı ilk hareketi başlattığı nokta idi.
İmam Zeynel Abidin, Medine yakınlarında mola verdi. Beşir bin Cüzlem’den de Medine’ye gidip, Medine halkına kendilerinin döndüklerini haber vermesini söyledi. Beşir, derhal oradan ayrılarak, Medine’ye hareket etti. Şehre varınca da İmam Hüseyin’in akıbetini ve İmam Zeynel Abidin’in şehit aileleriyle birlikte dönüş haberini, tüm Medine halkına haber verdi. Medine halkı, kafileyi karşılamak üzere hep birlikte ağlayıp feryat ederek, Medine girişine doğru hareket ettiler.
Halkın çokluğu ve coşan duyguları, o kadar fazlaydı ki, Beşir, bu hususta şöyle diyor: “Ben oldukça geride kalmıştım. Gelenleri karşılamak için yola çıkanlar okadar çoktu ki, Her taraf insan seli idi. Ben atımdan inerek büyük bir zorlukla Zeynel Abidin’in bulunduğu çadıra varabildim. Bu esnada İmam’ın şiddetli bir şekilde ağladığını, elindeki mendille gözyaşlarını sildiğini gördüm. İmam bu haliyle çadırından dışarı çıktı ve bir kürsünün üzerine oturdu. İmam’ı görünce, halkın coşkusu bir kat daha arttı. Hepsi ona başsağlığı diliyordu. İmam, eliyle işaret ederek halktan susmalarını istedi. Daha sonra şu aşağıdaki konuşmayı yaptı.
Önce Allah’a hamd u senada bulunduktan sonra sözlerine şöyle başladı:
“Allah’a büyük işler, olaylar, acı facialar, yakıcı dertler büyük tatsızlıklar ve can çıkartıcı musibetler karşısında hamd u senada bulunuyorum. Sıradan insanlar sadece rahatlık ve huzur içinde olunca, Allah’ın rahmetlerine hamd etmekteler; perişanlık, rahatsızlık ve yoksullukla karşılaştıklarında itiraz etmekte ve zorluklar karşısında sabırsız olmaktalar. Ama Allah’ın velileri her hallerinde Allah’a hamd u senada bulunurlar. Onlar, ister acı ister tatlı tüm olayların Allah’ın kendilerine olan birer rahmet ve lütfu olduğunu kabul ederler. Onlar sadece Allah’ın sevdiği şeyleri sever ve beğenirler, kendi beğendikleri şeyleri değil.
İlâhi velilerin şiarı, İmam Hüseyin’in Mekke’den çıkıp Kerbela’ya doğru yola çıktığı esnada söylediği şu sözlerdir: “Allah’ın rızası neyse biz Ehl-i Beyt ona razıyız.” En zor şartlar içinde bulunduğu o son anlarda da Allah’a şöyle arzetti: “Allah’ım senin rızana razıyım.”
Bu da Kerbela faciasının, ubudiyet ve irfan yolcularına verdiği en eğitici derslerden biridir.

KERBELA VE SONRAKİ ACI OLAYLAR
Zeynel Abidin: “Ey insanlar! Hamdolsun Allah’a ki, bizleri İslam’ı savunmak yolunda büyük belalara düçar kıldı. İmam Hüseyin ve Ehl-i Beyti şahadete ulaştılar. Kadın ve kızları esir edildiler. Onun başını mızrağın başına geçirerek şehir şehir gezdirdiler. Bu, tarihte eşi olmayan acı bir olaydır.
Ey insanlar! Hanginiz İmam Hüseyn’in Şahadetinden sonra sevinecek, mutlu olacaksınız? Hangi kalp onun için mahzun olmayacak? Hangi göz ona ağlamayacak? Halbuki onun şahadetine yedi kat gök, dalgalı denizler, tüm yeryüzü, ağaçlar, denizlerdeki balıklar, Allah’ın mukarreb melekleri ve tüm gök sakinleri ağladılar.
Ey insanlar! Bizlere henüz “Müslüman olmayan” kimseler gibi davrandılar. Halbuki hiçbir suçumuz da yoktu. Allah’a andolsun ki, eğer Hz. Peygamber, bizi sevmeleri yerine düşmanlık etmelerini tavsiye etseydi, bundan daha kötüsünü yapamazlardı.”
Daha sonra İmam “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diyerek şöyle buyurdu: “Biz bu acı ve büyük musibet karşısında Allah’tan yardım diliyoruz. Zira O, aziz ve intikam alıcıdır.”
İmam Zeynel Abidin’in yaptığı bu konuşma iki hususu ihtiva eder:
1. İmam bu konuşmasında zalim Yezid ve cinayetkâr uşaklarının Peygamber hanedanına reva gördükleri zulüm ve cinayetleri gözler önüne sermiştir. Halbuki onca zulüm ve acımasızlığa maruz kalan risalet hanedanının hiçbir suçu ve günahı yoktu. Ne kimsenin hakkına tecavüz etmiş ne kimsenin ırzına el uzatmış ne dini hükümler hakkında herhangi bir yanlışlık yapmış ve ne de sürçmüşlerdi. Aksine İslam ve Müslümanlara karşı hizmetkârlık, acıma, cömertlik, sevgi ve muhabbet dışında hiçbir şey görülmüş değildi onlardan. İslami, değerleri korumak ve mahrumların hakkını savunmak dışında bir gayeleri olmamıştı.
2- İmam Zeynel Abidin, bu konuşmasında İmam Hüseyin’in haklılık ve mazlumiyetini Kerbela olayının hakiki mahiyetini ve bu ayağa kalkışı, canlı tutabilmekte Müslümanların görevinin ne olduğunu beyan etmiştir.
Zira İmam Hüseyin ve dostlarının mazlumiyet ve şehadeti âlemlerin mülk ve melekûtunu etkilemiş ve tüm mevcudat âlemi, o mazlum şehitlere özellikle de İmam Hüseyin’e yas tutmuş ve matem gözyaşları dökmüşlerdir.
Bu hakikate rağmen İslam iddiasında bulunan kimselerin, bu acı olay karşısında hibir şey olmamış gibi davranması, mümküm müdür? Kerbela şehitlerinin mukades hatırasını canlı tutup üzülmemesi ve Emevi zalimleri ile onların yolunu takip edip Kerbela kıyamının ülkülerine karşı çıkanlardan nefret etmemesi düşünülebilir mi?
Evet, Kerbela olayını ve Kerbela şehitlerini anmak, tüm yüce değerleri, hakk ve hakikati anmaktır. Bu yüzden tahir imamlarımız İmam Hüseyin’in adını ve Kerbela şehitlerinin kahramanca hatırasını canlı tutmayı en değerli dini ibadetlerden saymışlardır.

HAZRETİ HÜSEYİN’İN KIZ KARDEŞİ HAZRETİ ZEYNEP
Hazreti Zeynep, hicretin altıncı yılı Cemaziyelevvel, ayının beşinci günü Medine’de dünyaya geldi. Bu kız çocuğu, Allah’ın Resulü’nün mübarek torunu, Fatımatü’z Zehra validemiz ile o keremler Şahı Hz. İmam Ali Efendimizin de kız evlatlarıydı. Zeynep ismini ona dedesi Hz. Muhammed koymuştu. Çünkü Zeynep, cennette bir ırmağın adıdır ve çok kutludur.
Hz. Zeynep, henüz çocuk denecek yaşlarda iken, âlemlere rahmet olarak gönderilen biricik sevgili dedesi Muhammed Mustafa’nın Hakk’a yürümesinden sonra babasının hakkı olan hilafet lâyık olmayan kimselerin eline geçmişti. Bunun sonucu olarak ilk üç halife zamanında Hz. Peygamber’in getirmiş olduğu İslam’ın tüm uygulamaları, Hz. Peygamber’in sünneti doğrultusunda icra edilmek yerine, halifelerin kendi düşünceleri doğrultusunda uygulanmıştır. En önemlisi ise sürekli fetihlerde bulunmaları ve askerlerce elde edilen ganimetler dolayısıyla bu durumdan memnun olmalarıdır. Hatta bu durum, iktidara yakın çevreler ve kabile ileri gelenleri arasında büyük bir oligarşinin oluşmasına yol açmıştı. Yani keyfi uygulamalar ve adam kayırmalar, halife Osman’ın hayatına da mal olmuştu.
Tüm bu gelişmeleri yakından izleyen halk, bir nevi İslam’ın ilk yıllarını arar duruma gelmişti. Bunun için de ısrarla Hz. İmam Ali’nin hilafeti kabul etmesini istiyordu. O Hazret de önce kabul etmemiş, ancak sonra da kabul etmek zorunda kalmıştı. Gayri adil seçim ve uygulamalarla hilafete gelen üç halifeden sonra halkın çoğunluğu ve adil bir seçimle Hz. Ali, dördüncü halife olarak iş başına getirilmişti. Hz. Ali’nin halifeliği dört yıl kadar devam etmiş ve bu müddet zarfında devamlı olarak Muaviye ve haricilerle mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinin ardından, gayri adil bir seçimle hilafete gelen halifeden sonra Ömer ve Osman’ın halifelik dönemlerinde; o keremler sahibi babası İmam Ali’nin saf dışı bırakılmasına şahit olmuştu. Aslında babasının herkesten daha fazilet ve liyakat sahibi biri olarak, dedesinin yerine oturmaya hakkı olduğunu biliyordu.
Hz. Zeynep, bu bilinç içersinde sorumluluk bilincini ve kişiliğini geliştiriyor; kadın, erkek herkesin, şartlar ne olursa olsun elinden gasp edilen hakkını geri alması için mücadele etmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak o keremler sahibi babası İmam Ali, Hz. Peygamber’in gerçek varisi kendisi olduğunu bilmesine rağmen, henüz yeni filizlenmeye başlamış bir fidana benzeyen İslamiyet’in zarar görmemesi, pek çok Müslüman kanın dökülmemesi için sabrediyordu. İşte bu olaylar, Hz. Zeyneb’in kişiliğinin gelişmesinde büyük etken olmuştu.
Hazreti Zeynep, amcasının oğlu Abdullah ile evlenmiş ve bu evlilikten iki oğlu olmuştu. Ancak, bu iki oğlunu da Hz. İmam Hüseyin’in melun Yezid’e karşı başlattığı İslam’ı koruma ve kollama mücadelesi sırasında Kerbela meydanında şehit verdi.
Hz. Zeynep, pek çok acılar yaşadı, 661 yılında canı kadar sevdiği babası, hariciler tarafından şehit edilmişti. Daha sonra ağabeyi İmam Hasan’ın Muaviye ile mücadelesi başladı. Muaviye’nin 60.000 kişilik bir kuvvetle İmam Hasan’ın üzerine geldiği zaman, İmam Hasan da 40.000 kişi ile Muaviye’ye karşı harekete geçmişti. Ancak, İmam Hasan’ın ordusunun ileri gelenlerinin dünya menfaatleri karşısında ve para karşılığı saf değiştirip Muaviye tarafında yer alması, geri kalanlarının da İmam Hasan’ın çadırlarını yağma etmesi ve İmamın eşlerine ait tüm ziynet eşyalarının yağmalanması sonucu, İmam Hasan, Muaviye ile bir antlaşma yapmak zorunda bırakılmıştı.
İmam Hasan, istemeyerek de olsa daha sonra Muaviye tarafından hiçbir maddesinin uygulanmayacağı bir antlaşma ile halifeliği Muaviye’ye bırakmak zorunda bırakılması; bunların içiersinde en acı olanı canı kadar sevdiği ağabeyi İmam Hasan’ın Muaviye tarafından İmamın eşi Cude’ye zehirletmesi olayıdır.
Hazreti Zeynep, tüm bu acıları yaşadı, Kerbela Faciası sırasında ise bunların kat kat daha fazlasını görmüştü. Kerbela faciasının iki ayağı vardı, bunlardan birincisi şahadet bölümü, ikincisi ise esaret bölümüdür. Zeyneb-i Kübra, bunların her ikisinde de yer almış bu facianın manevi kahramanlarındandır.
Hazreti Zeynep, facia sonrası Kerbela’nın mesajını, tüm cihana duyurma görevini, kardeşinin oğlu Zeynel Abidin ile birlikte yürütmüş, İmam Hüseyin’in başlatmış olduğu manevi dirilişi, tüm cihana anlatmasını bilmiştir.
Annesi Hz. Fatımatü’z Zehra’nın Medine’de babasının Mescidinde yaptığı konuşmasının benzerini, Hazreti Zeynep, Kûfe şehrinde zalim İbni Ziyad’ın sarayında ve Kûfe halkının önünde yaptı. Hz. Zeyneb’in yaptığı bu konuşma, annesi Hz. Fatıma’nın yaptığı konuşma ile kıyaslandığı zaman her ikisinin düşünce sistemi ve sosyal meselelere bakış açısında büyük benzerlik olduğu görülür. Buradan da şunu anlıyoruz ki Hz. Fatıma, kızı Zeynep üzerinde büyük etki bırakmıştır.
Hz. Zeynep, sadece annesi Fatımatü’z Zehra’nın faziletlerinden etkilenmemişti. Kendisini etkileyenlerden birisi de keremler sahibi babası Hz. Ali idi. Babası da pek çok alanda hatta bir birine zıt sahalarda bile kahraman ve eşsiz bir insandı. O, bir fikir adamıydı, büyük bir düşünür, ilk üç halifenin itiraf ettikleri gibi “Canlı Kur’an”dı. Yerin altında ve üstünde ne varsa semavi ilimlere kadar evrenin bilinen ve bilinmeyen, yani zahir ve batın ilimlerine vakıf bir bilge idi. Acaba, bunca insani fazilete sahip olan bir insanı, hilafetten uzak tutmak, İslam’a darbe değil miydi? Hz. Ali’nin suskun kalması ise iç savaş çıkarak bir fidan misali olan İslam’ın zarar göreceğinden korktuğundandı. Çünkü Hz. Ali, biliyordu ki, o şartlar altında kendi hakkı olan hilafeti geri almak için ısrar ederse, hiç de hoşa gitmeyen olaylar zuhur edecek ve Resulallah’ın çektiği zahmetler ve İslam için dökülen kanlar heder olacaktı.
Tüm bu olaylara, Hz. Ali’nin biricik kızı Zeynep de şahit oluyordu. Bunların her biri, Zeynep gibi düşünen ve sorumluluk sahibi bir insan için büyük bir dert ve imtihandı. Çünkü ilim ve takva sahibi olan babası, susmaya mecbur edilmiş, o da yüce değerleri korumak için, kendi hakkından mahrum kalmak pahasına sabretmişti.
Hz. Zeynep, Kerbela kahramanlarının savaşına şahit olmuştu. Bu savaşta iki oğlunu, kardeşlerini ve yeğenlerini, en önemlisi de Peygamber’imizin göz bebeği olan İmam Hüseyn’i, gözlerinin önünde hunharca şehit etmişlerdi. O, buna rağmen metanetini, sabrını kaybetmeyip, o kanlı facianın anlaşılmasını ve yüz yıllar sonrasında bile anlaşılmasını sağlayacak olan belagat dolu hutbeler vermiştir. “Kanım dökülmeden ayakta durmayacaksa ceddim Muhammed’in dini! Ey kılıçlar haydin gelin alın beni, parçalayın, parça parça edin bedenimi! ” diyen İmam Hüseyin, şehit edildi ve gerçek din bize, İmam Hüseyin’in şehadeti ve Hz. Zeyneb’in hutbeleriyle ulaştı.
Selam size ey aşura şehitleri ve selam sana ey Zeyneb, yüzyıllar sonrasında bile sözlerin bize güç veriyor.
Hz. Zeyneb’in asıl çilesi Kerbela’dan sonra başlamıştır. Yezidin askerleri onca insanı şehit etmekle kalmamış, geride kalan savunmasız kadın ve çocuklara ait değerli eşyadan ne varsa hepsini ganimet diye el koymuşlar ve çadırlarını istila etmişlerdi. Geriye her şeyleri elinden alınmış, Ehli-Beyt’in kadınları ve yetim çocukları kalmıştı. Hz. Zeyneb’in sorumluluğu daha yeni başlıyordu. Çünkü İmam Hüseyin’in şahadetinden sonra o, kafilenin başına geçmiştir. Hz. Fatıma gibi bir annenin kızı olan Zeynep, Kerbela hadisesinden sonra yılmadan doğruları savunmuş ve haykırmıştır. Bunu Yezid’in huzuruna çıkarıldığında yaptığı konuşmayla ispatlamıştır. Kûfe ve Şam’da halkla yaptığı hutbeler sayesinde Yezid hükümetinin sonunu hazırlamış ve beyinlerin yeniden gerçek İslam’ı doğru olarak algılamasını sağlamıştır.
Çektiği çileler karşısında Zeynep, hiç yılmadan Medine kadınlarına da öğütler vermişti, onlara kadın sorumluluğunun sadece çocuğa bakmak, çamaşır veya bulaşık yıkamaktan ibaret olmadığını söylemişti. Kadın bir insan olarak insanın toplumsal ilişkilerinde önemli bir rol oynamalı ve öncülük yapmalıydı.
Hz. Zeyneb, bugün şuurlu, imanlı, etki uyandırıcı bir kadın sembolü olarak günümüz kadınları için örnek teşkil etmektedir. Zira o İmam Ali’nin kızı ve Resulallah Efendimizin torunu olma özelliğini kendinde taşıyor. İçinde bulunduğu konum onu saptırmadığı gibi hayatın dış şatafatlı görüntüsü onu kendine esir etmedi.
Hz. Zeyneb’in adını işitmeyen, onun fedakârlıklarını bilmeyen çok az insan bulunur bu dünyada. Çünkü O, Hz. İmam Ali ve Hz. Fatıma’nın evinde eğitim aldı ve ilim kapıları, kendi yüzüne açıldı. Kendi zamanının kadınlarına hocalık yapmakta ilim ve ahlak öğretmekteydi. Kocası Abdullah’ın evinde yiğit evlatlar yetiştirdi. İki evladı “Avn” ve “Muhammed” Kerbela faciasında İmam Hüseyin’in yanında savaşarak şehid oldular.

HZ. ZEYNEB’İN KÛFE HALKINA YAPTIĞI KONUŞMA
Hz. Zeyneb-i Kübra ve esaret kervanı, Kerbela’dan Küfe’ye, yani İbni Ziyad’ın sarayına getirildiği zaman Hz. Zeyneb, Kûfe halkına çok etkili bir konuşma yapmıştı.

Hz. Zeyneb, konuşmasına şöyle başladı:
“Bismilahirrahmanirrahim Ey Kûfeliler, dinleyin!” Bu ses ile beraber tüm nefesler, sineye çekildi, develer ve atlar bile bir müddet hareket etmeden öylece kaldılar. Rüzgar, dahi Zeyneb’in sesine mikrofonluk yapmak için yavaş yavaş harakete geçti. Tüm insanlar, Ali kızı Zeyneb’i dinlemek için sabırsızlanmaya başladılar. Acaba bu esir hanım, ne konuşacak diye pür dikkat olmuşlardı.
Hz. Zeyneb: “Allah’a Hamd u Sena olsun. Salât ve selam benim babam Hz. Muhammed’e ve onun temiz soyuna olsun” deyince, herkes şaşkınlık içerisinde birbirlerinin yüzlerine bakmaya başladılar. O’nun sesini duyan ama onu göremeyenler ise: “Hz. Ali mi gelmiş, bu ses Hz. Ali’nin sesine benziyor, zira bu fesahet ve belağat ile konuşuyor. Hz. Peygamber’den babam diye söz ediyor. Hani onları bize yabancılar ve Yezid’e karşı gelenler olarak tanıttılar; oysa bu hanım, Hz. Peygamber’den babam diye söz ediyor” diyerek, şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı.
Hz. Zeyneb, daha ilk cümlesiyle halkın üzerinde şok etkisi yapan hitabesine şöyle devam etti: “Ey Kûfe halkı! Ey aldatılmış zavallı halk, bize mi ağlıyorsunuz? Oysa ki bizim gözlerimiz hâlâ yaşlı, ıztıraplarımız dinmemiş, feryatlarımız yatışmamıştır. Sizler, gerdanlığını kaybedip sonra da toprak içerisinde onu arayan kadın gibisiniz. Sizler, Allah ve Resulüne iman getirdiniz, ama daha sonra işlediğiniz bu büyük günahla onun kökünü kazıyıp attınız. Sizden fesat, şer ve şarlatanlıktan başka bir şey de beklenemez. Sizler o güle benziyorsunuz ki ne yenilen ne de koklanandır.
Sizin nefisleriniz ne kadar da kötü bir nefistir ki, sizler Allah’ın ve O’nun Resulünün gazabına uğramış ve cehennemlik olmuş bir toplumsunuz. Bizleri öldürdünüz, şimdi de bize ağlıyorsunuz. Evet! Allah’a yemin olsun ki çok ağlayın az gülün, bu işlediğiniz cinayetin kanı, sizin yakanıza yapışmış, bu yaptığınız pis ve kötü amellerinizden kurtulamazsınız ve bu ar ve rezillik, sizi kahr edecek ve hiçbir suyla bu çirkef lekelerinizden arınmayacaksınız. Peygamber’in oğlu ve cennet gençlerinin efendisinin kanı, nasıl yıkansın? Siz, iyiliklerin mabedini ve yardıma muhtaç olanların derman kapısını yıkıp öldürdünüz. Siz, Allah’ın ve Resulünün size olan Hüccetini, şehid ettiniz
Ey Kûfe halkı! Öyle büyük ve kötü bir günaha saplandınız ki, Allah’ın azap ve felaketi, sizin üzerinizdedir. Uğraşlarınız, eliniz, yaptığınız her iş Allah’tan belâ olarak size dönsün ve maalesef o belayı sizler istediniz ve zillete düçar oldunuz. Ey Kûfe halkı! Vay olsun size, kimin ciğerini söktüğünüzü biliyor musunuz? Siz, Muhammed Mustafa’nın göğsünü açıp ciğerini aldınız, ismet perdesini yırttınız. Siz Peygamber’in kanını akıttığınızın farkında mısınız ve ona nasıl bir saygısızlık ettiğinizi biliyor musunuz? Siz öyle büyük bir günah işlediniz ki günahınız yer ve gökyüzünü doldurdu, sizin bu yaptığınız günah ve işlediğiniz cinayetten dolayı gökyüzünden kan yağmasına şaşırmayın.
Ahiret günü Allah’ın kahır ve zelil edici azabı haktır ve gerçekleşecektir. Ve o gün sizin için ne bir yardımcı, ne de kurtarıcı olacaktır. Allah’ın verdiği şu sürede mutluluk yaşamayın ve Allah, azap etmede acele etmez, sabrı çoktur ve bilin ki Allah, size bu cezayı vermek için sizi beklemektedir”
Hz. Zeyneb, Kûfe’deki bu hutbesinden sonra Şam sarayında Yezid’in önünde ve daha sonra Mekke ve Medine şehirlerinde yaptığı ateşli ve etkileyici konuşmaları ile İmam Hüseyin’in davasını tüm İslam âlemine duyurmuştur. Hatta Medine Valisi, Yezid’e yazdığı bir mektupta, Zeynep hakkında şu ifadeleri kullanmıştı: “Zeyneb’in halk içersindeki varlığı, halkın yönetime karşı isyana yeltenmesine sebep olmaktadır. O, çok dirayetli ve akıllı ve hitabesi güçlü bir kadındır. Halk içindeki varlığı, halkın yönetime karşı isyana yönelmesine sebebiyet verebilir. Kendi yandaşları ile Hüseyin’in intikamını almaya azmetmiştir.”
Bu mektup üzerine Yezid, Hz. Zeyneb’in halktan uzaklaştırılmasını emretmiştir. Hz. Zaynep gözetim altında tutulması için Şam’a getirilmiştir. Ancak Hz. Zeyneb, burada da rahat durmayarak, okuduğu ateşli hutbeleriyle Yezid yanlılarının uyguladıkları İslam dışı girişimlerini ve Hz. Hüseyin ve yakınlarını uyguladıkları zalimce muameleleri şiddetle lânetlemiştir.
Meşhur batılı yazar Frişler, Hz. İmam Hüseyin ve İran isimli kitabında şöyle yazıyor: “Kûfe de Zeyneb’in okuduğu hutbe, onca musibet ve zorlukların, kendi azizlerini kaybetmenin o yüce kadını dize getiremediğini ve iradesiz kılamadığını göstermektedir. Halbuki okuduğu o sert ifadeli hutbe, anında kendisinin de öldürülmesi muhtemeldi.”

EVRENSEL BİR MESAJ
Hazreti İmam Hüseyin’in Yezid’e karşı başlattığı bu kutsal diriliş, ayağa kalkış, evrensel bir mesajdır. Kerbela olayı, sadece Hz. İmam Hüseyin ve beraberindekilerin yaşadığı bir olay değildir; bütün insanlığı etkileyen bir olaydır. Kerbela olayı, sadece İslami bir anlayış olarak anlaşılmamalı, bu olay, ahlaki ve sosyal boyutları da olan bir vakadır. Bu haliyle sadece geçmişi değil, günümüzü ve geleceğimizi bile etkileyen bir özelliktedir.
Tarih kitaplarının yazdığına göre, “Rüheyme” konağında Ebu Hirem ismindeki Kûfeli bir kişi, Hz. Hüseyin’in huzuruna varıp şöyle sorar: “Ey Resulallah’ın torunu, seni ceddinin hareminden çıkaran sebep nedir?”
Hz. İmam Hüseyin: “Ey Eba Hirem! Ümeyye oğulları, şahsıma karşı çok kötü şeyler yaptılar. Tüm bunlara sabrettim, malımı, servetimi yağmaladılar sabrettim. Fakat kanımı dökmek istediklerinde şehrimi terk etmek zorunda kaldım. Allahu Teâla da onları büyük bir zillet ve keskin bir kılıca düçar edecek, kendilerini hor, hakir eden bir kimseyi, onlara musallat kılacaktır” diye cevap verir.
Bugün Irak’ın içersinde bulunduğu duruma bir bakın! Kûfe şehrinin bulunduğu Irak’a bir bakın, Kûfe ve Irak’ın yüzü hiç gülmüş müdür? Cenabı Allah, bu ülkenin başına önce Saddam gibi birini musallat eder daha sonra da malum, bugün Irak ülkesinin durumu gözler önündedir.
Neden? Nedeni bellidir; Irak halkı, özellikle Kûfe halkının Hz. İmam Hüseyin’e ve onun yanında yer alan Kerbela şehitleri ile kadın ve çocuklara yaptıkları, malumdur.
Önce Hz. Hüseyin’in, daha sonra Zeynel Abidin ve Hz. Zeyneb’in Irak halkına, özellikle Kûfe halkına karşı yaptıkları tüm konuşmaların içeriğinde lânet ve beddua vardır. Bu lânet ve beddualar, bugün facianın işlendiği bu toprakların ve bu topraklarda yaşayanların yüzünü güldürmemiştir.
Bugün Irak’ta yaşananlara baktığımız zaman, dış mihraklı bazı büyük devletlerin istilası altında olduğunu görüyoruz. İşte bundan dolayıdır ki, Kerbela faciasının günümüze yansıyan sonuçları, çok açık olarak bir evrensellik arz etmektedir.

BİR İBRET MİRASIDIR KERBELA
Yezid ve yandaşları, aldanmışlardı; onlar zannettiler ki, İmam Hüseyin’i ortadan kaldırmakla her şey yoluna girecek, önlerinde hiçbir engel kalmayacaktı. Fakat onların düşündüğü gibi olmadı, Kerbela’da kızgın kumlar üzerine dökülen her damla şehit kanı, çöl rüzgarları vasıtasıyla dünyanın dört bir tarafına savruldu ve her kum zerresi; bir İmam Hüseyin ve binlerce, milyonlarca Kerbela şehidi oldular ve tüm dünyaya yayıldılar.
Bugün tüm İslam âlemi, Kerbela faciasını bir miras olarak kabullenmiş ve ona sahip çıkmıştır. Kerbela sonrası, esir ve köle muamelesi gören İmam’ın aile efradı ile Kerbela şehitleri için yüreği yanan her Müslüman, bu olayı bir miras olarak almalı ve kendisinden sonraki kuşaklara taşımalıdır. Bu miras, tazeliğinden hiçbir şey kaybetmeden kuşaktan kuşağa aktarılarak; gelecek kuşaklara da aktarılacaktır. Yine bu miras, geçmişte ve günümüzde sahiplenildiği gibi gelecekte de sahiplenilecektir. Günümüz bilgi çağıdır ve bundan dolayıdır ki, bu inanç bir dalga gibi giderek dünyanın dört bir yanına yayılacaktır.
7 Aralık 2011
12 Muharrem 1433



KAYNAK : CEM VAKFI Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder